31 Ekim 2009 Cumartesi

Dua Zamanı: Her Şeye Kadir Olan Kainatın Efendisi




Her şeye kadir Olan Kainatın Efendisi Rablerin RAB’bi,


Dudaklarımı aç ve ağzım Senin övgülerini dile getirsin,


Ölmüş olanları dirilten, bizi kurtaran tek güçlü Olan Sensin..


Rüzgar estirir, yağmur yağdırır, canlıları sevgiyle doyurursun.


Kim Senin gibidir. Kim senin gibi kudret sahibidir.


Ölüme neden olan, yaşamı yenileyen ve kurtuluşu filizlendiren RAB.


Sen insanlığa kavrayış yeteneği verir anlayışı öğretirsin.


Sana dönmemizi sağla, bizi nurunla aydınlat, kelamınla onurlandır.


Samimi bir pişmanlık ve tövbe ile Sana yalnız Sana dönmemizi sağla.


Sana karşı işlediğimiz bütün günahlarımızı merhametinle bağışla..


İyileştir bizi ey RAB’bimiz ve iyileşeceğiz,


Kurtar bizi ey RAB’bimiz ve kurtulacağız,


Tüm hastalıklarımızı, tüm acılarımızı ve tüm üzüntülerimizi tedavi et


Bir söz söyle onlar Senle Sende şifa bulsunlar.


Ve tüm işlerimizi bereketle


Ey Kainatın Efendisi bu yılı ve her çeşit ürününü rahmetinle bereketle.


Tüm acıyı, üzüntüyü, sıkıntıyı ve her çeşit felaketi bizden uzaklaştır...


Kötülüğün saltanatını o yüce Ad’ınla yok et


Ya RAB Sana güveniyoruz Merhamet sahibi Olan, bağışlayan yüceler Yücesi,


bize merhamet et ve dualarımızı kabul et ve dualarımıza merhametinle cevap ver.


Sana şükrederiz ey alemlerin RAB’bi Olan,


Sen hayatın ve hakikatin yegane ve ebedi sahibi ve yegane koruyucususun.


Rahmetinden sunduğun her şey için Sana şükrederiz.


Ya RAB Kainatın Efendisi Olan, Ad’ın ebediyen kutsal kılınsın.


Ya RAB bizlere barış, iyilik, bolluk, yaşam, mutluluk, şefkat, adalet ve merhamet lütfet.


Ve bizlere, ailelerimize, çocuklarımıza ve efradımıza ve insanlık alemine hayırlı bir yaşam bahşet ve hayırlarla Sana hayırlı bir biçimde dönmemizi sağla.


Ve bizi o muhteşem varlığında kutsa ve Mesih’inin benzeyişine çevir.


Ey ALLAH, dilimi kötülüklerden ve dudaklarımı her tür aldatıcı konuşmalardan koru,


bana beddua edenlere karşı ruhum tepkisiz kalsın, ve ruhum herkesin önünde toz gibi olsun.


Ve bana karşı kötülük düşünenlerin kötülüklerine mani ol.


Beni O muhteşem Nurunla aydınlat, yüreğimin nuruna nur kat.


Ve beni Ruhunun doluluğu ile doldur ve Mesih’inde sunduğun kurtuluşla beni gönendir. Ağzımdan çıkan sözcükler ve kalbimdeki düşünceler Senin tarafından kabul edilsin Kainatın Efendisi Olan ey Yüceler Yücesi RAB- AMİN

Hayko+Cepkin-Demedim+mi+%28+2009++Video+Klip+%29

ERMENİ KÖKENLİ HRİSTİYAN HAYKO CEPKİN'DEN ALEVİ TÜRKÜSÜNÜN EŞSİZ YORUMU:
GÜZEL AŞIK CEVRİMİZİ
ÇEKEMEZSİN DEMEDİM Mİ
BU BİR RIZA LOKMASIDIR
YİYEMEZSİN DEMEDİM Mİ?

30 Ekim 2009 Cuma

Kelam Damlası: OĞUL OLMAK NEDİR?

Zannedildiği gibi kutsal kitapta oğul olmak tabiri, ne belli bir ırka mensub olmak ne de Tanrı'nın Oğlu olmak gibi bir anlatıma sahiptir. Malesef pek çok Hristiyan'ın günümüze dek sürdürdüğü yanlış teoloji sonucu oğul olmak tabiri gerçek manasından uzaklaşmıştır.

Peki nedir oğul olmak? Bunun için, kutsal kitapların kökeni olan Orta Doğu'nun o günkü yaşamına bakmak lazım. İbrani yaşamında, evin baş hizmetkarı ve babanın yardımcısı oğlan çocuktur. Mesela bizde bir komşuya ekmek yolanacağı vakit bu görev kızlara verilirken, o kültürde bu oğulun vazifesidir. Dolayısıyla, babanın sağ kolu olan, babadan oluşan ve babayı en iyi tanıyan kişidir oğul. İşte bu açılımla baktığınızda, HERKES-Tanrı'nın yolunda yürümek isteyen herkes- zaten Oğul sıfatına erişir. Burada oğul kelimesi eril kimlikte olsa da kutsal kitabın manası çalışılırken eril ve dişil olarak ele alınır.

Kısacası, kutsal kitap insanlara "kul" mertebesini layık görmez. Çünkü, kul, efendisinin ne yaptığını bilmez diye ayet vardır. Tüm inananlar birer oğul veya "mirasçı" olarak adlandırılır. Çünkü insan Tanrı ile aynı özdedir.

Bakın, bu açıdan düşünüldüğünde her şey netlik kazanıyor. Yoksa İsa'nın çıkıp da Tanrı'nın oğluyum derken ki söylemini yüzeysel olarak ele alırsanız, bugun tüm Hristiyanların paganlaşmış dinsel seviyesine inersiniz. Fakat, mana çalışması ile kutsal kitap ayetlerini derin anlamıyla gözden geçirip düşündüğünüzde her bir taş yerli yerine oturmaya başlar.


Derleyen: Burcu A.

Yeşaya/Yeni Bir Farkındalık 3


ACİL İHTİYACIMIZ III: YENİ BİR FARKINDALIK –Yeşaya 1:21-31

Siyon adalet sayesinde, tövbe denerli de doğruluk sayesinde kurtulacak -1:27
Kurtuluş ve kurtarış kelimeleri hiç kuşkusuz Mesihi öğreti için esas olan kelimelerdi. Neden ve kimden kurtuluş diye hep sorulmuştur? Aslında kişinin kendi içinde bulunduğu “benine” olan köleliğinden kurtarılması, kurtuluşudur söz konusu olan. Mesih İsa’da insanlığa sunulan kurtuluş tablosu budur. Bu mümkün müdür? Müjde bunun mümkün olduğunun ilanıdır. Yalnız burada kişinin kendi kendine gayretleri ile sadece kendi sınırları içinde bir yerlere hareketi söz konusudur. Ama esas yüzde birlik bu alem içindeki görüşünü yüzde doksan dokuzluk görünmeyene çevirmesi işte bu kendi başına mümkün olabilecek bir şey değildir. Bu nedenle yüzde doksan dokuzluk alemden gelip yüzde bire inip yeniden yüzde doksan dokuza çıkabilen birisine müthiş bir ihtiyaç söz konusudur. Birisinin insanın bu yüzde birlikteki “benine” mahkumiyetinde, düşmüşlüğünde, günahlı ortamında bir bedel karşılığı kurtarılması esası büyük bir önem taşımaktadır. Elbetteki bu yine Yaratan’ın bütün kainatı formüllendirmesinde formüllendirdiği bir kurtuluş planıdır.

Yeşaya iki soruya cevap aramaktadır. Bunlardan ilki “sadık bir kent neden düşmüştür?”, ikincisi ise “sadık bir kent nasıl kurtulacaktır?”. Aslında sadık olan insanın “alma arzusu ile yalnız kendi için almayı istemesi” sadık olduğu ve aynı bahçede birlikte gezindiği Yaratanından kopmasına neden olmuştur. Aynı şekilde bu durumdan kurtulması da “alma arzusu ile yalnız kendi için değil Yaratan gibi ihsan etmek için almayı arzuladığında” ise yeniden Yaratan’a sadakat yolunu seçmiş olacaktır. Burada Mesih’in o kurtarıcılığı devreye girmektedir. Çünkü insana kendi benini ve durumunu göstermek için verilen bu uzaklaşma süreci yine Yaratan’ın Mesih’teki kurtarış planı ile karşılıksız bir biçimde bir ihsan olarak insana sunulmuştur. Burada insana düşen ya kendi kendine devam edip “acıların yolunda” Mesih’ten uzak Yaratan’dan ve Ruh’undan ayrı bir yaşam sürmek ya da Mesih’te kurtuluşu gönenerek Ruh’un rehberliği ile Yaratan’da “mananın yolunu” Yaratan’ın kurtuluş yolunu seçecektir. Bu her ne kadar kişinin kendi seçmesi gibi görünse de yürekleri hazırlayanın RAB’bin saran ışığı Kutsal Ruh’unun olduğu ve davetinde tamamen göklerdeki Baba’ya ait olduğu ve kurtuluş sunumunun böylelikle Mesih’te gerçekleştiği de yine alıcı verici bağlamında karşılıklı çekimin sonucu olduğu unutulmamalıdır. Burada insan “hem kendince kendi seçmiştir”, “hem de esas o çekim anı geldiğinde” Yaratan’ın çekiminde yani Ruh’un yüreği hazırlamasında an geldiğinde kalp noktası açılmış ve Mesih içeriye girmiştir. .

YARATANDAN AYRILMA VE BOZULMUŞLUK
Sadık kent nasıl da fahişe oldu!

Yazılara bakıldığında samimi bir Mesih İnanlısının aslında ruhani manada Mesih İsa ile evli olması beklenmektedir. Bu aslında on emirde “zina etme” emri ile bağlantılıdır da. Yani zina etmek derken bunu yalnız cinsellik anlamında anlamak yanlıştır. Çünkü kişinin “O’ndan başkası yok” ilkesi doğrultusunda “Göklerdeki Babamızın” yerine koyduğu, yanına eklediği ya da O’ndan başkasına değer verdiği her nokta aslında zinadır. Bir manada eşini terk edip başkaları ile düşüp kalkan bir eş gibidir. Sadık değildir ve doğal olara bu zina ediyor anlamındadır. Yani fahişedir. Pavlus kendi öğrencilerine “sizleri el değmemiş bir kız gibi tek ere, Mesih’e sunmak üzere nişanladım” demektedir. Bu bağlamda yani Mesih’le bir karakter evliliği söz konusu olmalıdır. Bu birbiri ile uzun yıllar yaşayan karı-kocanın artık birbirine benzemesi gibidir.

Ancak Yaratan benzeyişinde bir yaşam “Yaratan’a doğru gidişi” yani “İsrael” kelimesini doğru bir İsrael haline sokacaktır. Oysa burada İsrael açılmış olan kalp noktasını Yaratan’a yöneltmek yerine maddi bakış açısına çevirip dünyanın işleri ile ve elbette kurumları ile yürümeye başlamıştır.
İşte Yeşaya’nın ayna tuttuğu üç konuda kötü gidiş maalesef Yeşaya dönemindeki İsrael’e ruhani manadaki umutsuz durumu getirmiştir. “Yalnız kendi için alan İsrael” ve “Ruhsallığı ve ibadeti bile bencil arzulara tabi kılan İsrael” ve “işinde gücünde bile karaktersizliğe, rüşvete, yetim hakkı yemeğe, adaletsizliğe teslim olmuş İsrael”.

BOZULMUŞLUĞUN BAŞTAN AYAĞA KADAR YAYILIMI
Yöneticileri asilerle hırsızların işbirlikçisi, hepsi rüşveti seviyor.

Türkçede güzel bir atasözü var “balık baştan kokar” diye ve bir başka deyişte “önderler değişirse milletler değişir, milletler değişirse önderler” değişir diye. Görüldüğü gibi kurtuluş kavramı da aslında toplumun tamamını ilgilendiren bir kavramdır. İsrael dikkat edilirse bir gurup olarak kurtuluşa davet edilmişti. Ve hiçbir zaman ferdi bir kurtuluştan bahsedilmemişti. Aynı şekilde Tora’da onlar bir aradayken verilmişti. Musa o birlikteliği çeken önderdi. Aynı zamanda Mesih İsa’da Mesih’e ait yeni doğuşlu, kurtuluşu gönenmiş ve manevi manada günahın üstüne Mesih’le çıkmış yine bir toplum söz konusudur. Yani önderleriyle birlikte bir cemaat. Bu nedenle İsrael kilisedir, kilise İsraeldir. Bu cemaat anlamındadır. Bir bina, bir kurum, bir sistem olarak düşünülmemelidir. Ama kadim antlaşmaya bakarsak gerçekten İsrael’in inişleri ve çıkışları resmedilmektedir. Bu günümüz kilisesi içinde geçerlidir.

Ayrı düşme “benin” üzerindeki yaşama bir anlamda Mısır’a dönüş istemidir. Her dönüş isteminde İsrael sallanmış, düşmüş yerlerde sürünmüştür. Her ne zaman “vaat’e” “kurtuluşa” bakılmışsa İsrael yol almıştır. Kilise için Mesih İsa’da ve Yaratan’ın Ruh’unda gelişim, büyüme kurtuluşu gönenme yine aynıdır. Ama ilerleme sayıda değil, bina da değil, programlarda değil ferden ferda manada ve ruhta Mesih seviyesine Mesihle çıkmada algılanmalıdır.

Yeşaya’nın İsrael’e ayna olduğu ve öncelikle kötü haber verdiği noktalar zaten bunlardır. Yani kötü haber İsrael’in Yaratan’a yürüdüğünü iddia eden samimi inananların yol değiştirdiği gerçeğidir, hedefi tutturamadıkları, yalnız kendi benlikleri için almalarıdır. Yani günah işlemeleridir. Yaratan’ın ihsanını, kurtarışını görmezlikten gelmeleridir. Mesih’te kurtulduk deyip Mesih’e layık bir yaşamı sergileyememeleridir. Hatta bunu kendi arzularıyla uydurdukları ibadetleri sunmaya başlamalarıyla özü tamamen yok etmeleridir. Daha da ötesi bu kaypaklıkta ortaya yepyeni bir karakter çıkarmış olmalarıdır. Bu karakterde elbette dünyanın, egonun, şeytanın bayram ederek kabul ettiği bir karakterdir.

Gümüşü cüruf oldu, şarabına su katıldı.

Elbette bu ortamın en yaygın dağıtımcıları hiç kuşkusuz önderlerdir. Ama özellikle bunun sonucunda esas güç sahibinin Yaratan olduğunu ve bu gidişe bu şekli ile müsaade etmeyeceğini bildiriyor Yeşeya.

BOZULMUŞLUĞUN SINIRI

Seni cüruftan arıtıp temizleyeceğim.
Yaratan’ın “kendi beninde bocalayan” ve gidilmesi mümkün olan en uç noktaya kadan gidebilen insanını o durumda bırakmayacağının vurgulanması Yaratan’ın ihsan derecesini bize göstermektedir. Evet, oldukça nettir. Yaratan’ın ihsanı Mesih’te haç üzerinde o doruk noktasında bize sunulan ihsanı, karşılıksız kurtarışı, Mesih’in kanında bağışlama sunması bütün bu üst noktalarda kendini gösteren lütuf Yeşaya döneminde de aynı netliği ile kendisini göstermektedir.

Yaratan’ın İsrael’i yani Yaratan’a yürüyeni yalnız ve kendi çelişkileri ve derin “alma arzusu karanlığı” içinde bırakmayacağı gerçeği çok önemlidir. Çünkü “güneşini ve yağmurunu” bütün insanlığa ihsan eden o her şeye kadir kainatın Efendisi elbette kendisine çektiği İsrael’i kendi alma arzusu içinde bırakmayacaktır. Çünkü bocalaması adeta ihsanı kendisi için aldığının farkına vardığı andır. Ama burada kalmak hala “bencilliğin”kullanılma şansının olması demektir. Bu İsrael’e helakta olabilir. Yani Mesih İsa’nın kurtarışı ve haçı önünde kalmak ama Mesih İsa’nın dirilişi ile yeni hayata dirilmemek demektir. Bu deliceler pozisyonudur ve bu pozisyonda Yaratan insanları tutma taraftarı değildir. “Ya sıcak ya da soğuk olmaları gerekmektedir” aksi takdirde kusacaktır.

İhsan kusmaktan ziyade yüreğin sahibini arayışına cevaptır. Elbette Yaratan’ın adaletini göstermesi aslında insanlarının ıslah dediğimiz koşula gelmeleri içindir. 21-26’da Yaratan’ın lütfu İsrael’i yani Yaratan’a yürüyenleri paklamak içindir. Hem de bu paklayışta 27-31’de ise paklayan ateş ıslahını bütün Israel’e getirmiş olacaktır.

ÖNÜMÜZDEKİ KARAR

Siyon adalet sayesinde, tövbe edenleri de doğruluk sayesinde kurtulacak..
Ama başkaldıranlarla günahlılar birlikte yıkıma uğrayacaklar..

Bu durumda önümüze iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi tövbe edip günahlı yolumuzdan yani “alma arzumuzla yalnızca kendimiz için almaktan vaz geçmemizdir”. Mesih’in haç üzerinde bizim için kendisini feda etmesi gerçeğini kabul ederek Mesih’i giyinmek koşuluyla İsrael olarak yani Yaratan’a doğru Mesih İsa’da yola çıkmışlar olarak bir yaşam sergileyebiliriz. Bu kararlı bir biçimde “benimize ölme, haçımızı yüklenme” yolumuzdur. Diğer taraftan ise diğer bir seçenekse “alma arzumuzu yalnız kendimiz için kullanarak”devam edebiliriz. Yani bir anlamda Mesih İsa’da kurtuluşumuzu gönenerek Ruh’ta yaşanılan “mana yolunu” seçebiliriz, ya da diğer taraftan “”alma arzumuzla kafamızı vura vura öğrendiğimiz” “acılar yolunu” seçebilir ve elbette bir anlamda bulunduğumuz zaman biriminde bedenimizin yok oluşu ile bu yaşam periyodumuzu kaybedebiliriz.

ACILARIN YOLU
Susuz bahçeye döneceksiniz.
Elbette ben özgür irademle “kendim için alma arzumu işleteceğim” yolu yani acıların yolunu seçeceğim deme hakkımız vardır. Çünkü Yaratan bizleri birer robot gibi yaratmamıştır. Ruhlarımız herhalükarda O’nun ruhunun parçası ve O’ndandır ve belli bir süre için kendi “beninin” farkında ve özgür karar ve deneyimler yaşamaktadır. Ama eğer “ben’de” kalma yolunu tercih eder ve büyük BEN’e Mesih’in kurtarışını giyinerek Ruh’ta dönüşmezse işte o zaman özellikle Yeşaya’nın 1.bölümü sonundakiler kişilerin ruhlarını bekleyecek sonuçlardır. Susuz bahçe içinde olmak ruhun tamamen kurumasıdır. Bütün bunlar dünyevi ifadelerle mecazi anlatımlardır. Ama daha doğalı ruhun bütün hissedecekleri ve yokluğa gidişi “BEN’den” uzaklaşmasının ana sonucu olacaktır.


TURGAY ÜÇAL

Yeşaya/Yeni Bir Farkındalık 2




ACİL İHTİYACIMIZ II: YENİ BİR FARKINDALIK –Yeşaya 1:10-20
Anlamsız sunular getirmeyin artık -

Allah’a yaklaşın O’da size yaklaşacaktır -Yakup 4:8 oldukça önemli bir ifadedir. Peki, bu yakınlaşma nasıl olacaktır. Bu aslında ibadetle ifade edilmektedir ama ne yazık ki, bu da ibadetler çatışması haline dönmüştür. Hele Protestan kiliselerine baktığımızda çağdaş mı, klasik mi şeklinde sürekli bir çekişme çelişki söz konusudur. Ama acaba hakikaten Yaratan’la bizi yaklaştıran esas şey nedir? Ya da ibadetle kast edilen nedir? Mezmurcu bunu şöyle ifade ediyor:

Senin kabul ettiğin kurban alçakgönüllü bir ruhtur- Mezmur 51:17
Bu noktada aslında Yeşaya ‘da iki konu üzerinde durmaktadır: İbadet ve pişmanlık. Bu iki noktada birbiriyle bağlantılıdır. Çünkü “kendi benliğinin farkında olan kişi” öncelikle Yaratan’ın “BEN’inden” koparak “günah” dediğimiz format kaybına ulaşmıştır. Ve bu durumda Yaratan’dan ayrı düşmüş ve dolayısıyla “ben” demek itibariyle hemen kendisini yükselmiş bir hale dönülmüştür. Çünkü doğal olarak sınırlı sınırsız önünde “ben” dediği anda illa özel bir böbürlenmeye gerek olmaksızın bir “yükseltme” söz konusudur. Günah dediğimiz budur zaten ve bizi Yaratan’dan ayrı düşüren de budur. Şimdi bunun farkında olmak “BEN’i” yanı Yaratan’ı fark etmek açısından önemlidir ama bu fark edene kadar geçerli olan bir durumdur. Yani “benini” fark etmek “BEN’i” Yaratanı ve ihsanlarının görkemini fark etmek içindir. Bu fark edişten sonra artık küçük benin yani insanın ancak yaşamın gerektirdiği kadar varlık etkisini kullanması gerekmektedir. İşte bu yaratılmışın Yaratana yakınlaşmanın ilk adımıdır. Fark etmek ve bu farkı irdelemek aslında Yaratan’a bakıştır, işte bu bakış olması gerekenin alçalmanın başlamasıdır. Tekrar gelinen noktaya dönmemiz bu yolladır. Geldiğimiz nokta dikkat edersek “beni fark ile” kendimizi yükselttiğimiz noktadır ama esas Yaratan sureti olarak olmamız gereken nokta “BEN’de” olduğumuz nokta olduğuna göre yeniden o başlangıca dönmemiz esastır. Kendimizi yeniden aşağıya, geldiğimiz noktaya çekmemiz gerekir. Bu noktaya çekiş zaten Yaratan formuna dönüşüm, Yaratan’ı edinme noktasıdır. Bu hareketlilik hali aslında Yaratan’a makbul ibadetin ta kendisidir.

Kelamda bahsedilen ibadette “alçalma ve pişmanlık” vardır. Bunun işaret ettiği iki nokta vardır. “Benin görevini tamamladığının ilanı ve bir müddet dahi olsa ayrılığın pişmanlığı”. Kısacası buna bakıldığında ibadetin elle kolla şekli ilanı önemli değildir. Aslında nerede, ne şekilde, hangi mezhep üzere, modern mi ya da klasik mi olduğu da önemli değildir. Önemli olan hangi yürek ve düşünce ile kısacası hangi niyetle ibadet yaptığınızdır. İbadetler şekilleri esas maksadı taşıyan vasıtalardır.

Anlamsız sunular getirmeyin….yıkanıp temizlenin
Görüldüğü gibi alçakgönüllü bir ruh yukarıda bahsettiğimiz gibi hareket noktasıdır. Aynı zamanda ibadetin de yürek, fikir ve niyetle bütünleşen ibadetinde başlama noktasıdır. Ve bu hareket noktasındaki hareketlilik pişmanlığı da “daha önce neden bunu fark etmedim” şeklinde bir pişmanlığı da beraberinde getirdiği için kişi “benine” olan mahkumiyetinden kurtulma sıçrayışlarına da başlamış olur. İşte alçalış ve pişmanlıkla benlikten ruha geçiş devinimleri ve bu esnada yüreğin ilahiler, övgüler, yüceltme ve yakarışlar ve pişmanlık nidalarıyla belli şekiller ve zaman aralıklarında Yaratan’a doğru ilerleme gayretleri, form değiştirme gayretleri, Yaratan’ı edinme, O’nunla eşit forma dönme gayretleri dolu dolu ibadettir. Belli bir düzen ve aşama aşama varlığını sürdüren kainat içindeki kainata uyum gereği elbette kişinin bu transformasyonu da belli bir düzen içinde ve aşama aşama gerçekleştirilmelidir.

Şimdi bu noktada pişmanlığa baktığımızda bunun Yaratan’dan ayrılık süreci ve bu sürecin bize ağır “bencillik” getirilerinin farkındalığı olduğunu görmemiz mümkündür. Bu duruma dürüst ve net bakış ve kararlı olarak “alma arzumuzu” Yaratan’a çevirme niyeti “tövbe” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yeşaya bir anlamda iyi haberi kötü haberi önce vermekle başlamaktadır. Çünkü Yaratan’ın esas hedefi Yarattığı insanını kendi formunda Yeni Yeruşalim’e ulaştırmaktır. Ama bu formla insanlarının oraya ulaşması mümkün değildir. Bu nedenle “çocuklar yetiştirdim bana baş kaldırdılar” sözü söylenmiştir. Bu aslında genelde dünya yaşantımızda aileler için de geçerli olan bir durumdur. Aileler çocuklarını yetiştirirler ama çoğunlukla belli bir yaştan sonra çocuk “benini” fark eder ve baş kaldırır. Bu süreç oldukça uzun da olabilir ta ki çocuklar belli bir olgunluk seviyesine ulaştıklarında artık anne ve babalarının ellerini öpmeye başlarlar.
İbadet bu durumun aksine bir baş kaldırıştır, geriye bir baş kaldırıştır, kaybolan oğul’un Babasını kucaklama yoluna çıkması ve buna dikkat çekmeye çalışması anıdır.
Bu noktada Yeşaya İsrael’in yani Yaratan’a yürüyenlerin dikkatini ilk önce “kendi arzularının ardı sıra koştuklarına” yani günahlı olduklarına çekmiş ve ikinci olarak da ibadet konusuna yönelmiştir. Çünkü burada da ibadetlerinin esastan uzak olduğunu vurgulamak istemektedir.

SORUNLA YÜZLEŞME
Allah’ın söylediklerini dinleyin

Muhtemelen o günde insanlar bugün ki gibi “hamdolsun Allah’a inanıyorum, dinsizde değilim” şeklinde Yeşaya’ya cevap veriyor ve kızıyorlardı. “Biz neden baş kaldıralım ki?”. Hatta belki de bu bazı konularda aydınlanmış olan şahsiyeti kendilerini yanlış anlamakla suçluyorlardı. Aslında burada sorun açıktır. İnsanlar genelde içinde bulundukları koşullara göre değerlendirmeler yapmaktadırlar. İsrael, Yaratan’a yürüyen olarak Yaratan’a yürümeyenlerden ayrılmış olduğu için kendini farklı hissediyordu. Doğal olarak bu farklılığın getirdiği bir takım uygulamalarla da kendisini tamamen milletlerden ayrı görüyordu. Hatta “bencil” duygularıyla kendisini ayrıcalıklı diğer milletleri ise aşağı seviyelerde görüyordu. Görüldüğü gibi daha bu noktadan itibaren aslında İsrael Yaratan’ın ihsan eden, doluluğundan veren, yaratan karakteri ile ters düşmekteydi. O zaman nasıl olurda Yaratan’ın karakterine ters olan bir şekilde Yaratan’ı yüceltmesi, O’na haz vermesi mümkün olabilirdi. Zaten burada da Yeşaya bu sorunu ortaya koymaktadır. Adeta şöyle demektedir: “Ey İsrael, ey Allah’a doğru gidenler! Siz doğru yol üzerinde olduğunuzu sanıyorsunuz ve buna dininizi ve dindarlığınızı gösteriyorsunuz ama esas Yaratan’ın dediklerine kulak asmıyorsunuz”. “Alma arzunuzun” Yaratan’a dönmesi ve O’nun suretine yaraşır bir hal alması gerekir”. Bu noktada ibadetleriniz asıl istenilen yürek ibadeti değil, şekil ibadeti”

SORUNUN SORUMLUSUNA İŞARET
Kurbanlarınızın sayısı çokmuş bana ne?

Burada aslında yürek,düşünce ve niyet ibadet kavramı ile tam aynı yerde bulunmamaktadır. Aynı zamanda da esas Yaratanın yakınlaşma isteği kendisinden kopup ayrılmış olan küçücük zerresi olan insan ruhunun doğal olarak Kendisine doğru çekilmesi ve bu çekilmedeki yürek, düşünce ve niyet bütünlüğü İsrael’in Yeşaya dönemindeki ibadetinde yer almamaktadır. İşte bu nedenle acil bir uyarı, acil bir farkındalık uyarısı verilmek istenmektedir. Kısacası Yaratan’ın esas isteğinde yüreğin değişimi, ferdin transformasyonu talebi esastır. Form eşitliğine davet vardır. Oysa İsrael sadece elleriyle kollarıyla bir dinin formatını yerine getirip Yaratan’la ilişkiyi bir anlamda idare ettiğini sanmakta ve tabi bunu da daha doğrusu kendi “paşa gönlü” yani “bencil arzuları” doğrultusunda yapmaktaydı.
İbadette “bencil arzu’yu” biraz irdelememizde fayda vardır. Mesela, siz bir müzik aletini çalmayı çok sevebilirsiniz ve ibadetlerinizde illa bu müzik aletini kullanmayı adeta kendinize şart koşmaya başlarsınız, hatta yavaş yavaş bu alet olmaksızın ibadet edilemez bir durum ortaya çıkar. İşte kalp, düşünce ve tam niyetle Yaratan’a yürüme olan ibadete İsrael kalp, düşünce ve tam niyet olmaksızın sadece belli dini kurallar ve uygulamalarla yaklaşmaktaydı ve dolayısı ile Yeşaya’da bu konuda farkındalık oluşturma sorumluluğu ile ortaya çıktı.
Bu ne yazık ki, günümüzde bir çok Mesihi kilise ibadetleri içinde geçerlidir. Mesih İsa’nın dua ve ibadet üzerine Yeşaya’nın öze dönüş, Yaratan’a dönüş temeli üzerindeki öğretileri gibi olan öğretilerini artık bir çok kişi neredeyse duymamakta ve bugünkü konferans tarzı ya da abartı müzikler ve danslarla icra edilen ya da aşırı teatral yapılarda sergilenen ibadetlerle Yaratan’a yaklaşıldığı zannı içinde bir din hayatı sergilenmektedir.

Huzuruma geldiğinizde
İbadetin esas manası bu cümle içinde aslında kendisini göstermektedir. Göremediğimiz görkem önünde eğilmek, yürekte ve eğer yüreğin ifadesi gerçekten bedeni zorluyorsa o zaman bedende de Yaratan önünde eğilmektir.
Mesih İsa’nın da ibadet konusundaki hassasiyetini aslında Markos 11:15-16’da net bir biçimde görüyoruz. “Yük taşıyan hiç kimsenin tapınağın avlusundan geçmesine izin vermedi”(16). “ama siz onu haydut inine çevirdiniz”(17). Bu sözler ağır sözlerdir. Yeşayayı dinlerken aslında aynı şekilde günümüz İsrael’i olan kilisenin Mesih’in sözlerine de kulak vermesi esastır.

Burada anlamsız sunulardan bahsederken ibadetin kişinin kendi içsel değişimi olmaksızın sürekli görsel anlamda bir takım hareketler yapması, tövbe etmeksizin yani kendi iç bencilliğini ıslah etmeksizin sürekli olarak “tövbe duaları okuması” “kurtuluşu için dualar” etmesi gibi ya da o günkü ibadet modeline baktığımızda kurbanlar sunmasının Yaratan için hiçbir anlam taşımadığını vurgulamaktadır. Yani Yaratan bizden yüreğimizi, fikrimizi ve niyetimizi kendi ihsan eden anlayışına yani tamamen suretine çevirmemizi istemektedir.
İlginç olan belirli günlerde yapılan ibadetlerin, ibadet programlarının dışsal görünümleri ve esas yürek noktası açılmaksızın samimi bir “alçalış ve pişmanlık” devreye girmeksizin bu ibadetlere katılınması da burada Yaratan için büyük bir gereksizlik olarak teklin edilmektedir. Hatta yürek tam anlamı ile Ruh’ta Rabbi ile buluşmuyor ve Mesihleşmiyorsa. Sadece sözde ve yüreğe oturmamış bir kurtuluş telkin edilip duruluyorsa o zaman aslında ibadetin o dış kabuğu olan binaya, tiyatral sunuma ya da müziğe, ilahilerin ahengine ya da pastoral teşviklere tapınılmaktan başka bir şey yapılmıyor demektir. Bu da tam anlamı ile putperestliktir.
Herhalde ibadetin ne kadar hassas bir konu olduğunu ve ne şekilde bir ibadetin kabul görebileceğini bu kadar net anlatan bu bölümden başkasını bulmak pek mümkün değildir. İsrael’e söylenen sürekli dualarla ve sunularla Allah huzuruna çıkmanın bir anlam ifade etmediği açıkça söylenmektedir. İstenilen çok nettir “alçak gönüllü ruh ve pişmanlık” bu da bizi dönüp dolaşıp hep aynı noktaya getirmektedir. Kişinin tamamen ruhta ve gerçekte değişmesi ve Mesihi bir forma dönüşmesi dolayısı ile Yaratan’ı edinmesidir. Bu da ruhta ve gerçekte bir ibadeti kişinin kendi hakikati içinde getirmiş olacaktır.
Kanlı eller derken Yahudi öğretişinde aslında nasıl zina putperestlikle ifadelendirilebiliyorsa aynı şekilde cinayette sadece adam öldürmek olarak algılanmamakta her tür insan ilişkilerinin bozukluğunda da ya da hak yeme gibi kavramlarda da cinayetle ifadelendirilme söz konusu olmaktadır.
Günümüz kilisesinde de en büyük tehlike sosyal bir kulüp yapılanması ile ibadethanenin artık ayrılamaz bir hal olmuş olmasıdır. Kelama bu kadar bağlı olduğunu söyleyen bir çok Protestan kiliseleri bile ne yazık ki bu konuda dengeyi sağlamış değillerdir. Ama yaratılmışın Yaratan’la bağ kurması ve yaratılmışın yaratılmışlarla bağ kurması kapsamında Yeşayanın söyledikleri samimi Mesih’e inanmışlarında Mesih’in sözleriyle birlikte rehberleri olacağı kesindir.





DAVET
Yıkanıp temizlenin

Samimi tövbede ıslah söz konusudur. Yani sadece o yapılması istenilmeyenin ortadan kaldırılması yapılmaması değil, ıslah edilmesi de söz konusudur. Çünkü bir müddet sonra yapılmaması gereken şey yaşamın bir noktasında karşımıza yeniden çıkacaktır. Oysa ıslah edilirse yani kaynağa gidilip kaynaktaki “alma arzusu” Yaratan’a yönlendirilip o “alma arzusunun” Yaratan’dan alıp başkalarına ihsan edebilme durumuna getirilebilirse artık o yapılması istenilmeyen şey artık temelli ortadan kaldırılmış olacaktır. Aksi takdirde her şey gelip geçici olarak anlık iyileşmeler halinde kendisini gösterecektir. Hatta bu ıslahta daha önce bu baş kaldırmanın, bu “bencilliğin” meydana getirdiği zararların bile ortadan kaldırılmaya çalışılması yani yalnız ileriye doğru değil, şimdi ve geriye doğruda islah çalışmalarının yapılması kişiyi daha da çabuk bir biçimde Mesih İsa’nın kurtarışının ve lütfunun üzerine gayretle Yaratan suretine uygun bir forma taşıyacaktır.

Gelin…pak olacaksınız
Yeşaya’nın bu ilk metninde acil ihtiyacın farkındalık olduğu ve bu farkındalığında a) günah b)İbadet ve c) karakter üzerinde olması gerektiği İsrael’e yani Yaratan’a doğru gidenlere hatırlatılmaktadır. Bu bölümde biz ibadet konusundaki farkındalık uyarılarına bakarken geldiğimiz noktada Yaratan’ın ihsanının ne denli yaratılışı çektiğine bir örnek olarak bu “Gelin” sözcüğünde hatırlıyoruz. “Gelin..gelirseniz pak kılmaya hazırım”. Bağışlayan ve merhamet eden zaten Mesih İsa’yı kurtarıcı olarak göndermesinin ve bize doğruluk Mesihi olarak giydirmesinin amacında da yine aynı muhteşem “ihsanı” ve “sevgiyi” görüyoruz.
Evet, Yaratan insanın kendi beninin farkındalığından sonra o noktada kalmasını istemiyor ve gayretle bir an önce kendisini bulması konusunda davetiyesini gönderiyor. Özellikle eski antlaşmadaki bütün deneyimlerle karşıtlıkları, günahı, bazı kuralların gerekliliği insanlar öğrenmişlerdi ve eski antlaşmanın müjdelediği kurtarıcı Mesih İsa’nın gelmesi ile de aslında bu davetin çok net olarak devam ettiğini görüyoruz.
Bu kapı ümitsizlik kapısı değil, Mevlana’nın dediği gibi “gel, kim olursan gel”..
Kısacası davetten anlaşılacağı gibi beklenilen kişinin Yaratan’ı taklit etmesinden başka bir şey değildir. Ama bu taklit için öncelikle kendi benlik sorununu halletmesi esastır. Zaten bu nedenle Yaratan Oğlunu (kelimesini) dünyaya bahşetmiştir. Ona iman eden sonsuz yaşamı edinmektedir. Ama bu noktaya gelene kadar kişinin hakikaten davete icabeti esastır. Dikkat edilirse bu bölüm Yaratan’a doğru yola çıkmış bir gurup insana söylenmektedir. Dolayısı ile bugün kilise adı altında Mesihi her kişiye de ilan edilmektedir.
Acil ihtiyaç farkındalıktır. İnsanın dünya üzerinde boş geçireceği vakti yoktur. Kainatın değerli bir noktası, bir zerresi olan insan kendi değerinin farkında Yaratan’ın muhteşem değerine bir asansör miktarı Mesihin kurtarışında ve Ruh’un rehberliğinde yükselecektir. Bu ancak Mesih’in yol, gerçek ve yaşam olması ile söz konusudur.

KARAR
Eğer istekli olur söz dinlerseniz

Daha iyi bir tabirle Kutsal Ruh’un kalp noktasına dokunması gerçekleşirse ki, bu “her dizin çökmesi ve dilin demesi” kapsamında her kişiye verilecek olan bir ihsandır aslında, kişi eğer bu ihsana evet der ve gayrete gelirse ve kalp noktasını gayretle ve çalışarak Mesih’in müjdesinde gelişerek, Ruh’un önderliğinde ilerleyerek ve Kelam üzerinde manayı çalışarak devam ederse elbette Yaratan’ı edinerek yani O’nun suretine dönerek yaratılış gayesinde O’na Oğul’un Baba’ya kavuşması tarzında kavuşacaktır. Mesih’in mecaz anlamda tahtın sağında oturmasında Mesih İsa’da kurtuluş bulanlar ve bu kurtuluşu Ruh’la pekiştirip yaşamlarını Yaratan formatına dönüştürenler vardır. Bu sonsuz yaşam bereketinin sembolüdür.




TURGAY ÜÇAL

Yeşaya/ Yeni Bir Farkındalık


ACİL İHTİYACIMIZ: YENİ BİR FARKINDALIK –Yeşaya 1:2-9
Ey gökler dinleyin, ey yeryüzü kulak ver! Çocuklar yetiştirip büyüttüm, ama bana başkaldırdılar

Dağınık ve belirsiz suçluluk hissi kişiliği öldürür ve günahlılığa kanaat getirmek bu duruma yeniden canlılık verir. Aslında burada yeniden kişinin Mesih merkezinde bir karakter inşa etmesi için nerede olduğunun farkına varmalıdır. O zaman ihtiyacımız olan alçak gönüllülük derken aslında bu kendini bilmeye başlamak ve diğer taraftan da buna bir ölçüt getirmek demektir. Ve kurtarıcımız Mesih’in bize sunduğu yaşam tarzı ile bu ölçüyü öğrenmemiz ve karşılaştırmamız esastır.

Bir çok kişi için “doğru ve yanlış” “iyi ve kötü” üzerine bir makale yazmak pek de kolay değildir. Çünkü bakış açılarında çoğumuz yanlış yaptığımızı kabul etmeyiz.Bu nedenle doğru tariflerimiz bize göredir ve yanlış tariflerimiz ise zayıftır.

Ya “her şeye kadir olan” yanlış içinde hem de çok yanlış içinde olduğumuzu bize söylerse ne yaparız? Aslında yaptığımız da bellidir. Sürekli bir savunma içinde oluruz. Daha doğrusu hep kendimizi savunma hapishanesi içindeyizdir.

Aslında günah içinde olduğumuzun farkındalığı bizim kendi durumumuzu fark etmekten başka bir şey değildir. Yani “alma arzusu içinde olan” ve “almayı ihsan etme için değil” daha çok yalnız kendimiz için aldığımızın farkında olmaya başlamamızdır.

Yeşaya 1’de gördüğümüz durumda bize bu durumun hatırlatılmasından başka bir şey değildir. Yani bizler “kendi benliğinin farkındalığı ile” Adem’de düşenlere “Yaratan suretine” dönmeleri hatırlatılmaktadır. Olunması gereken yerden uzaklaşıldıkça içinde bulunduğumuz hale gelindiği dile getirilmektedir.

Bugün genelde hep içinde bulunduğumuz durumu değerlendirmek için bir çok yöntemler ortaya atılmıştır. Bu yöntemlerin çoğuna baktığımızda “ben’in” sürekli okşandığını görmemiz mümkündür. Dikkat ederseniz bir çok yöntemler insanlığı “bencillikten kurtarma” yerine daha fazla “bencil olmaya” itmektedir. Ve bu “bencilliğin” verdiği kısa süreli bir rahatlama ile kişi kendisini gerçekten esenlik içinde hissedecektir. Ama başta da söylediğimiz gibi “dağınık ve belirsizlik içinde bir suçluluk hissi” yine bir yerlerden filizlenip baş gösterecektir. Çünkü insan “Yaratan sureti” olmak üzere yaratılmış ama bu konumundan “benini” fark etmek suretiyle düşüp “Yaratan’ın BEN’i ile irtibatını” mecburen kesmek zorunda kalmıştır. Ta ki, bu irtibat yeniden sağlanana dek “suçluluk” ve dolayısıyla “ben’in kendisi için alması olan günah” hep kişinin iç gündemini işgal edip duracaktır.

Yeşaya bu nedenle insanın “benini fark ile” kendisini getirdiği durumu öncelikle vurgulamaktadır. Bu insanin “önceki haldir” ve kitabının sonunda ise “alma arzusunun ıslahı ile” yani “vermek için alma” durumuna gelme ile insanın “Yaratan suretine” dönüştüğü son halini vurgulamaktadır. Bu nokta “sonraki haldir”.

Çünkü bakın, yeni bir yeryüzü, yeni bir gök yaratmak üzereyim; geçmiştekiler anılmayacak, akla bile gelmeyecek. Yaratacaklarımla sonsuza dek sevinip coşun..Çünkü yaratacağım yeni yer ve gök önümde nasıl duracaksa , soyunuz ve adınız da öyle duracak –Yeşaya 65:17-18 ve 66:22

Varlığımızın “varlık nedeni olan Yaratan’ı” yansıtması ancak ve ancak bizi biz yapan kendi varlığımızın aşağı çekilmesi ile söz konusu olacaktır.

Burada “benin işleri” nedeniyle aşağı seviyelerde gezinenlerin durumu üç şekilde resmedilmektedir:

A. Kendi “benleri” yükselmiş ama aslında “hayat seviyeleri alçalmıştır” -vay haline (2-9)
B. İbadetlerinde iki yüzlü olmuşlardır- anlamsız sunular getirme-(10-20)
C. Karakter bozukluğu – hepsi rüşveti seviyor-(21-26)
D. Bu durum ıslah olmazsa karşımıza çıkacak olan sonuç- işleri kıvılcım gibi olacak(27-31)

Başkasının bizi gördüğü gözlerle kendimizi izleyebilmek ne kadar “ maddi bedene” çeki düzen veriyorsa Yaratan’ın bakış açısından kendimizi görmek “yalnız maddi değil manevi varlığımızın bütününe” çeki düzen vermek anlamındadır.

Bu bölümün tamamında aslında acil ihtiyacımızın: “alma arzusu ile sürekli her şeyi yalnız ve yalnız kendimiz için aldığımız gerçeğini fark etmemizdir” yani dindar ve hatta manasını da tam olarak vermeyen bir ifadeyle “günahlılığımızı” fark etmemizdir. Bu gerçek bir yürek problemidir.

YARATAN’IN YÜREK BURUKLUĞU
Çocuklar yetiştirip büyüttüm ama bana başkaldırdılar.

Kainat içinde “Allah dünyayı öyle sevdi ki;” ifadesi ile dünyaya yalnız dünyaya “Oğlu’nu gönderdiğini” görüyoruz. Mesih’in kurtarışı da bu dünya için ve çocuklara yani Yaratan’ın evlatlarına sunulan bir merhamet uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bu tabloda gördüğümüz tek bir gerçekle karşılaşıyoruz. Yüce Allah’ımız gerçekten ihsan etme ile hoşnut oluyor, biz bu kelimeyi daha çok “lütuf” ile algılıyoruz. Aslında “ihsan” içinde “hasene” yani iyilik kökü var. Yani “Mutlak iyi olan” kendi “iyiliğinden” bütün yaratılışı ve elbette dünyayı ve elbette insanlara “ihsan ediyor”. Karşılık beklemeyerek bir anne gibi çocuğunu beslemekten beklediği tek karşılık “onun bu beslenmeyi doğru düzgün kabul etmesi”.

Aynı şekilde kainatın Efendisi Yüce Allah’ın da evladından beklediği “kabul etmesi”, aynı Mesih İsa’da “haçta ölümü” kabul etmesini istediğinde beklediği sadece “bunu kabul etmesi” olduğu gibi.

Ama bana baş kaldırdılar.

Rahmet ve merhamet ve ihsan ve lütuf her tür ifade ile ifadelendirilebilecek olan bir “çıkar için karşılık bekleme yerine” aksine “vermenin hazzını hissetmek için” ihsanı fark etmeleri arzusu ile bir sesleniş duyuyoruz burada. Ve “BEN’in” kendi görkemini yansıttığı parçalarından beklediği kendi tecellisinin tam olarak görevi henüz üstlenemediklerinden duyulan bir kaygıyla Yaratan “ama baş kaldırdılar” vurgusuyla adeta bu burukluğu dile getiriyor.

Ayrıca burada olması gereken vurgulanıyor “benin farkındalığı” kendi “VARLIĞININ” farkındalığı için söz konusu olduğundan bunu bir an önce yapmaları ve bu konunun hızlandırılması arzusu belirginleşiyor.

Bizler gerçekten baş kaldırdığımızı hissediyor muyuz? Yaşamın zorlukları içinde böyle bir durumda olduğumuzu gerçekten hissedebiliyor, görebiliyor muyuz?

Özellikle burada yakınma her sonucun bir sebebi olduğu vurgulamasını getiriyor. Hayvan düzeyinde bile sahibin tanındığı vurgulanıyor ya insan düzeyinde. Yani “hayvan” özellikle kendisini hisseden olarak cansız ve bitkilerden ayrılıyor ve “sadece kendi varlığının farkında olduğu halde” eğer o bile efendisini tanıyor ise o zaman İsrael’in haydi haydi Yaratan’ı, sahibini tanıması gerektiğini belirtiyor Yeşaya.

Yakup’un güreşme olayını kutsal yazıları okuyanlar bilirler. Bu güreşme sonucu bereketleme alan ve adı değiştirilen İsrael örneği aslında oldukça açık bir örnektir. Yani “ben kimim? Neyim? Niçin varım?” şeklindeki içsel güreş sonucunda ulaşılan yer İsrael’dir. Yani “Yaratan’a giden yol”dur. Eğer kişi bu yola çıktı ise farkındalığın “bereketini” almıştır. Dolayısı ile sahibi unutması aslında “hayvan seviyesinin bile altına düşmesi” sonucunu getirir. Yani kişi “bitki düzeyindedir” bitki kendini hissetmek yerine sadece tepkilere yönelir.

Fakat inişler ve çıkışlardır kişiye “erdemli” kılan. Bu bağlamda yazılar “seni bir lahzacık bıraktım büyük bereketlerle toplayacağım” demektedir. Eğer kişi mana anlamında “İsrael” ise yani “Yaratan’a yol” ise o zaman o ilke bereketin etkisinde ister istemez uzaklaşmış olsa bile Yaratan’a yine çekilme şansının olduğu anlamındadır. Yani İsrael’in Kainatın Efendisini ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın tamamen unutması mümkün değildir. Bu “aptalca bir durumdur” ve Yaratan’ın yüreği için burukluktur.

GÜCÜN KIRILMASI
Baştan çıkmış çocukların vay haline

Küçük bir çocuk kendi başına her şey yapacağını sanmaktadır. Hatta meşhur örnekte olduğu gibi deniz kıyısında elleri ile açtığı küçük çukura bütün denizi taşıyacağını bile düşünmektedir. Oysa bunu düşünmek bile bir anlamda çılgınlıktır. Aslında kendi kendini bile giydirip beslemesi, koruması mümkün değildir. Ailesi yanından biraz uzaklaşan çocuk adeta güç kaynağından ayrılmış bir makine gibi güç kırılmasına uğramıştır.

İsrael yani “Yaratan’a doğru” yol alan kişi de “benliğinin farkındalığını” bir an için unutmaya başlar ve hele bunu alışkanlık haline getirirse artık kaynağından uzaklaşmış, kaynağına yabancı olmuş bir makine gibidir ve ancak bir müddet kendi birikimi olan gücüyle gidecektir ve ya sonra? İşte bu nedenle Yeşaya’nın ifadesinde “vay haline!” ifadesi kullanılmaktadır.

Günahların anası yani “alma arzusunun yalnız kendi için alması” ancak bu noktada artık çıldırmış gibidir. Çünkü bir öküz bile efendisinin farkındayken artık İsrael-Yaratan’a doğru olan yalnızca kendisini fark etmeye başlamıştır. Çünkü kendi gücüyle yetinmek durumundadır. İşte bu günahı ve dolayısıyla cezayı da beraberinde getirmeye başlar.

Artık Yaratanla güreşen Yakup yani İsrael kendi ile güreşmeye başladığında yeniden Yakup halini alma eğilimindedir. Yani aldatan, kendi kendine yettiğini düşünen ve kısacası günahkar. Bir diğer deyişle “bereketi öncesinde” dönen. Bu işte “gücün kırılmasıdır”.

Çok dayak yiyen bir adamın artık acıyı hissetmemesi gibi, çok soğukta bıçağın kestiğinin fark edilmemesi gibi adeta böyle bir hissizlik durumu içinde olma farkında olmadan “Yaratan’a doğru’yu” artık “benin derinlerine” doğru çekmektedir. Bu çekiş ve hissizlikte işin tuhaf tarafı kişinin kendisini güçlü hissetmesidir.

Oysa esas güçlülük Yaratan’la form eşitliğinde olmak yani efendimiz İsa’nın dediği gibi “kendini inkar etme” ile Mesih’te Baba ile bir olmakla söz konusudur. Çünkü orada güç kaynağından ayrılmak değil, kaynağa yapışmak esastır. Ve bu kaynağın akımı “saran ışığı” kutsal Ruh’tur.

Ama siz seçilmiş soy, Kral’ın kahinleri, kutsal ulus, Allah’ın öz halkısınız. Sizi karanlıktan şaşılası ışığına çağıran Allah’ın erdemlerini duyurmak için seçildiniz-1.Petrus 2:9

Burada Yaratan suretine transfer gerçek (yine ruhani manada) İsrael’i görüyoruz. O artık Oğul’u giyinmiştir. Ve elbette Oğul’u giyinmekle Yaratan’ın formunu edinmiş olmaktadır ve artık “ben’e ölmüş” olması gerektiği gibi “BEN’e” yani Yaratan’ın kucağına doğru koşan bir yaşamı deneyimlemektedir.

Günümüzde kilise aslında acil bir ihtiyaç içindedir bu yeniden “beninin farkındalığına” kavuşmak ve elbette “günahlılığını” hatırlamaktır. Vahiy bölümünde Mesih İsa sürekli olarak yedi kiliseyi uyarmaktadır. Bu uyarılar günümüzde her bir kilise için geçerlidir. Mesih İsa’da manevi manada yeni İsrael olan Mesih’e ait olanlar da Yeşaya’nın dönemindeki durumdan kendilerine yeterince ders çıkarmalıdırlar.

Bugün RAB, size verdiği söz uyarınca, öz halkı olduğunuzu açıkladı. Bütün buyruklarına uyacaksınız. Allahınız RAB sizi övgüde, önde onurda yarattığı bütün uluslardan üstün kılacağını, verdiği söz uyarınca kendisi için kutsal bir halk olacağınızı açıkladı –Yasanın Tekrarı 26:18-19

Kalp noktası açılıp Yaratan’ın ışığını, saran ışığını yüreklerine alanlar Yeşaya dönemindeki İsraellilerin örneğinde olduğu gibi sadece yürek noktası seviyesinde kalabilirler. Oysa o noktada kalmak henüz en büyük sorunu günahı halletmek anlamına gelmemektedir. Mesih’i kurtarıcıları efendileri olarak kabul etmek yani giyinmek durumundadırlar. O zaman “benlerini” Yaratan’ı edinerek değişime uğrattıkları için artık Yaratan’la eşit formatta olurlar ve dolayısı ile onlar artık Yaratan’ın öz halkıdırlar. Elbette dünyadaki maddi manada yer alan milletlerin üstünde mana aleminde esas geldikleri yere doğru ilerleyen “ruhlardır” onlar Mesih’in bedenini oluşturarak Allah’a kavuşmuşlardır. Olması gereken de budur.

YARATAN’IN KIRILAMAZ İHSANI
Her şeye Egemen RAB bazılarımızı sağ bırakmamış olsaydı, Sodom gibi olur, Gomoro’ya benzerdik.

Her asırda Adem’in farkındalığı ile kırılmış ruhlar İbrahim gibi soranların ve Musa gibi benlerinin üzerine çıkanların rehberliğinde bir yolla “ışıkla” tanıştırılmışlardır. İbraniler mektubunda yazdığı gibi son çağda da bu kelimenin “arzu ve beden” giyinmesi ile Mesih İsa’nın kurtarışında kendisini ilan etmiştir. Ve eğer bu ışık insanlar ve Mesih’te bütünleşen Yaratan formunu edinme gayreti olmasaydı elbette kainat yalnız “egoların” hakimiyetinde dolayısıyla şeytanın hükümranlığında tamamen bir kaotik ortam olacaktı.

Mesih İsa bu nedenle hep “kapının darlığından” bahsetmektedir. Ve samimi olarak yürek gözleri açılmış olanları “asla bırakmayacağı ve asla terk etmeyeceği” konusunda bir güvence vermektedir.
Bu Yaratan’ın bütün insanlığa olan “ihsanının” kalplerdeki dokunuşunun ortam her ne kadar sert olursa olsun işlediğini göstermektedir. Maddi ihsanlarla birlikte binlerce manevi ihsan zaten herkese yansımaktadır. Ama bunun Yaratan’ın karşılıksız ihsanı olduğunu ve alınmasının ve başkalarının yararına sunulmasının esas Yaratan’a benzemek olduğunu anlamak kalp gözünün açılması ile mümkündür. Ve esas olması gerekende budur. Bu ihsan asırlardır az kişilerle ışımakta olsa da vaade göre yani “kimse kimseye RAB’bi bilin diye öğretmeyecek” evresine kadar da böyle devam edecektir.
Artık anlayın ki, ben, evet ben O’yum, benden başka Allah yoktur! Öldüren de, yaşatan da- Tes.32:39
Yeşaya derdini anlatmadan önce bize “alma arzumuzu yalnız kendimize” kullandığımızı söyleme gayretindedir. Demek ki, bunun farkındalığı kalp gözünün Ruh’ta açılması ve islahın Mesihte başlamasıdır. Ne mutlu kalp noktaları açılanlara!
TURGAY ÜÇAL

Gerçeğin İçine Giriş


GERÇEĞİN İÇİNE GİRİŞ
Doğru gerçeğin ifşasında “dünyalar” adı verilen seviyeler vardır
Gerçeğin araştırmasındaki gelişim tam bir maceradır
Atamız İbrahim ile nerede tanışmamız mümkündür?
Hepsi insanın içinde mühürlenmiştir. Değişim sadece kaynağa doğru yükselme ile mümkündür
Biz gerçekliği yönetebilecek miyiz, onunla dengede olabilecek miyiz?
Bu yöntemde, doğru gerçeğin ifşasında, dünyalar adı verilen dereceler vardır. Nitekim araştırmacılar bilimsel ölçme aletlerini, bir mikroskobu veya bir teleskopu kullanarak madde yapısının daha derinine gidebilirler, daha derine inebilir veya daha da büyük uzaklıklara gidebilirler, öyleyse bu gerçeklik araştırmaları, Kabala’nın Bilgeliği ile de yapılabilir, maddenin, düşüncenin ve gerçeğin en derinine inilebilir. Bu araştırmanın derecelerine dünyalar denir. Bu dünyaların içine yükselirken çok fazla sürpriz bulunur.
Ben gerçeklik çalışmasında ki gelişimin tam bir macera olduğunu söylerdim. Kişi hissetmeye başlar ve kendisinin geleceğini ve geçmişini görmeye başlar, çünkü birden bire orada zaman olmadığını keşfetmiştir, ama var olan bütün bu şeyler ve kişi zamanın ekseninde fiilen hareket eder. Kişi şu anda içinde bulunduğu aşamanın bile ötesine, geri veya ileri gidebilmenin mümkün olduğunu fark eder ve bütün gerçeklik, kişinin etrafındaki bütün insanlar, o kişinin ilerleyebileceği hızın zamanına bağlı olarak yaşarlar, bir yıl içinde birkaç bin yıl gelişebilir veya geri gidebilirler.
İşte bu nedenle zaman içinde ani sıçramaları yapabilen insanlara peygamber adı verilir. Bu onların çılgın hayal güçleri var demek değildir, ama öyle ki onlar ileri doğru birkaç seviye gelişmişlerdir ve onlar bütün insanlığın gelecekte deneyimleyeceği o gerçekliğin içindedirler. Böylece onlar bize hissettiklerini anlatırlar. Onlar aynı zamanda iyi tarihçiler olabilirler, bizim zaten bulunduğumuz durumdan geriye doğru giderek, onları tekrar yaşayarak ve onlar hakkında bize anlatarak.
Kabala kitapları da aynı yolla yazılmıştır. Örneğin, İbrahim buradan oraya gitti, şöyle insanlar ile tanıştı, şu söyledi, bunu yaptı. Ben nasıl biliyorum? Çok basit – çalışan, zaman ekseninde geriye dönen ve bir aşamaya ulaşan Kabalistler sayesinde, örneğin İbrahim ile aynı dereceye ve aynı duruma, ondan sonra bize gerçeklik hakkındaki her şeyi anlatırlar; o onun içinde mevcut, onun bütün detaylarının içinde. Onun, o durumdaki bütün izlenimlerini gerçekten alabilir ve onları bize aktarabilir. Biz problemimiz ise, aynı macerayı, olduğu heyecanı ile biz yaşayamadığımız için, onu doğru olarak anlayamamaktır. Zamanın ekseninde hareket edebilmenin yanında, Kabalistler aynı zamanda ek güçleri gerçeğe ifşa ederler. İşte bu nedenden dolayı masalların hayaletleri, şeytanları ve melekleri vardır. Bütün bu güçler vardır ve doğayı araştıran ve içine giren bir Kabalist bu güçlerin nasıl işlediğini anlamaya başlar. Kabalist onlarla bağlantılı hale gelir, bize onlar hakkında anlatır ve onları kendisinin kişisel gelişimi ve bizim ortak gelişimimiz için kullanır.
Söylemeye çalıştığım şey şu, gerçeğin içine girmek zor olsa bile, insanın ruhunun tamamını alır, bizim tamamımızı ve bizi mümkün olan her şey ile doldurur. Sonra, gerçeği araştıran kişi ulaşılması gerekeni ortaya çıkarır ve her bir nesil ve durumda neden sorunlar olduğunun gerekçelerini de. Bunun anlamı, bunun sadece teorik bir araştırma veya saf bilim olmadığıdır, ama o an için ve o durumdaki kişi için pratiktir. Kabala’nın Bilgeliği kişiye yardım etmeyi niyet eder. Bu nasıldır? Geleceği ve geçmişi görmeyi mümkün kılarak, kişinin hangi özelliklerinin ilk olarak ortaya çıktığını bilerek veya onu bu dünyaya indiren birçok önceki enkarnasyonu ve ayrıca hangi yoldan gitmesi gerektiğini. Her iki sonu da görerek, kişi bir aşamadan diğerine nasıl geçeceğini zaten bilir. Zaman ekseninde geçtiği her bir detayda, onun üzerine hangi güçlerin işlediğini görebilir, neden şimdi evlenmesi gerektiğini, bu belirli çocuklarla sahip olması gerektiği ve öyle ki her şey önceden kesinleştirilmiş ve saptanmıştır, hiçbir sürpriz olmayacak şekilde. Bunların hepsi bizim dediğimiz şekli ile Reşimot’dan ortaya çıkar veya bilim adamlarının söylediği şekli ile genler olarak ki bunlar bizim iç hazırlıklarımızdır.
Biz bunu çok basit şeyler yardımı ile görüyoruz. Çok küçük yaşta birbirinden ayrılmış iki yetim birbirlerini 30 yıl sonra birden bire buluyor, biri Avustralya’da yaşıyor ve ise diğeri Norveç’de. Sonradan ortaya çıkıyor ki ikisinin de evlendiği kadınların isimleri benzer, çocuklarına da aynı yolla isim vermişler, aynı mesleğe sahipler ve hatta evlerinin sokak numarası bile aynı. Bu gerçekten şaşırtıcı. Bu neden böyle? Bütün bu olayları bir araya getirebileceğimiz bir gerçekliği biz bilmiyoruz. Ama bu neden oluyor? Çünkü biz, doğal özelliklerimiz ile, bize ne olacağını belirliyoruz.
Bu hayattaki bütün durumlar için geçerli, tıpkı psikolojide bilindiği gibi. Örneğin öyle insanlar var ki hep başkaları tarafından ilerletilirler, hep dezavantaj ile sonlanırlar ve öyle insanlar vardır ki tam tersidir. Bu demek oluyor ki insanlar kaderlerini ilkel ve basit bir yol ile oluşturuyorlar. Ama insanlar bir kere kendilerini tanımaya başladılar mı ve onların üzerinde hareket eden güçleri, bütün bu durumlar için önceden hazırlanabilecek duruma gelirler. Kaderden tamamen kaçamazlar, belirli durumlardan geçmek zorundadırlar çünkü her durumda bir şeyler öğrenmeye ihtiyaçları vardır ve gelecekteki amaç için bir şeyler kazanmaya, öyle ki bunu almaya hazır hale gelecekler. Bu nedenle kişi her durumda ne kazanması gerektiğini zaten bildiğinde, bilgi ile ilgili olarak ve deneyim ile, hem acı hem tatlı, kişi kendisini değişen gerçek için hazırlar.
Baal HaSulam’ın Yaratan’ın yüzünün “ifşası ve gizlenmesi” adında çok hoş bir makalesi vardır. Yazdığına göre kişi gerçeğin genel kuralını nasıl yönetmek ile ne kadar çok bilmesine bağlı olarak, yüzünden arkasına kadar, hem iyi hem de kötü yönde, bu miktarda dünyayı tamamen görebilir ve karşı durumda kendisine ne olacağını da.
Ve işte burada biz Kabala’nın Bilgeliği’nin diğer tarafına geliyoruz. İşin aslı şu ki bu dünyaların içinde olduğunu tartıştığımız sadece saf bir bilim olarak gerçeğin bilgisi için tasarlanmadı. Bizler gerçekten dünyaları değiştirebiliriz, onların üzerinde olabiliriz, her gün kendi kaderimizi belirleyebiliriz ve yükselebiliriz. Ve bize olan bütün bu şeyler ve bizi iten bütün güçler sadece bizi gerçekliği yöneteceğimiz bir duruma eriştirmek için, her bir saniye durum ile dengede olabilmemiz için ve dengenin ne olduğunu bilmemiz için olmaktadır.

29 Ekim 2009 Perşembe

Doğanın Planı


Doğa'yı gözlemlerimiz göstermiştir ki, yaşamın oluşması ve devam etmesi için organizmadaki her hücre ve sistemin her bir parçası kendini tamamen içinde bulunduğu bedenin ya da sistemin faydasına adamak zorundadır. Hali hazırda insan toplumu bu durumda değil, bu da şu soruyu ortaya çıkartıyor: "Peki nasıl var olabiliriz?". Organizma içindeki egoist bir hücre kanserleşir ve onu barındıran beden ölür. Bizler tek bir sistem içinde egoist parçalarız ve henüz hayattayız. Cevap şu ki, yaşamlarımız aslında "yaşayan" olarak tanımlanmamaktadır.


İnsanın varlığı, iki dereceye ayrılması nedeniyle doğadaki diğer hiç bir derece gibi değildir. İlk seviye hali hazırda içinde bulunduğumuz seviyedir. Başkalarından ayrı hissederiz, ve dolayısıyla, onları düşünmeyiz ve kendi menfaatimize kullanmaya çalşırız. İkinci seviye, ıslah olmuş mevcudiyet seviyesidir ki burada insanlar tek bir sistemin parçaları gibi karşılıklı sevgi, paylaşım, bütünlük ve sonsuzluk içinde işlev görürler.


İkinci seviyedeki mevcudiyet "yaşam" olarak tanımlanır. Hali hazırdaki mevcudiyetimiz ise bizi kendi başımız ıslah olmuş sonsuz seviyeye getirmek için planlanmış bir geçiş dönemidir. Dolayısıyla, çoktan ikinci seviyeye tırmanmış olan Kabalistler, bizim mevcut varlığımızı "hayali yaşam" ya da "hayali realite" olarak tanımlarlar. Bizim seviyemize dönüp baktıklarında " Bizler de o düş görenler gibiydik" derler.


MİCHAEL LAİTMAN/KAOSTAN AHENGE.

Topluma bir bakış/Çürük Dişler


Ağzımda beni rahatsız eden çürük bir dişim vardı.Bütün gün sessiz kalırdı.Ama gecenin sakinliğinde diş hekimler uyuduğu ve bütün eczaneler kapandığı zaman ağrımaya başlardı. Bir gün rahatsızlığım arttı ve diş hekimine gittim, bana ıstırap veren bu lanet olası dişi çekmesini söyledim.


Diş hekimi başını salladı ve dedi ki: " Tedavi edebileceksek çekmemiz aptallık olur." Sonra dişimin yanlarını traşlayıp, boşluğunu temizlemeye başladı.Ve çürüğünü temizleyip dişi kurtarmak için elinden geleni yaptı.Temizleme işi bittiğinde içini saf altınla doldurup övünerek "O kötü dişiniz şimdi sağlam olanlardan daha da sağlam ve güzel." dedi. İnandım ve para verdim.


Ama bir hafta ancak geçmişti ki,belalı dişim hastalıklı haline geri döndü ve ruhumun güzel şarkılarını feryatlara ve acıya çevirerek işkencesine tekrar başladı. Bunun üzerine başka bir diş hekimine gittim ve dedim ki: "Bana hiçbir şey sormadan bu kahrolası dişi çekin." İsteğimi yerine getirip çekti.Dişe bakıp şöyle dedi:" Bu çürük dişi çektirmekle iyi yaptınız."


Toplumun ağzında çene kemiğini çürüten pek çok hastalıklı diş vardır.Ama toplum bunları çektirip dertten kurtulmak için hiç bir çaba göstermez.Altın dolgularla kendini rahatlatır.Çoğu insan, toplumun çürük dişlerini parlak altınla tedavi eden diş hekimleridir. Birçoğu böyle reformcuların ayartmalarını kabul eder ve kazançları ağrı, hastalık ve ölüm olur. Çürük dişleri olan bir ulus hasta bir mideye mahkumdur Ulusların pek çoğu böyle hazımsızlıktan muzdarip.


Mahkemelere gidin ve adaletin ahlaksız ve çarpık satıcılarını işlerini görün.Sıradan insanların düşünceleriyel kedinin fareyle oynadığı gibi oynamalarını izleyin. Kibrin,yalancılığın ve ikiyüzlülüğün saltanat sürdüğü zengin evlerine gidin. Ama korkunun, ihmalkarlığın ve zavallılığın yerleştiği yoksul kulübelerine gitmeyi de unutmayın.


Sonra incelikli aletlere,diş yakılarına, yatıştırıcılara sahip olan , günlerini çürüğü gizlemek için ulusun çürük dişlerini doldurmakla geçiren oynak parmaklı diş hekimlerine gidin Eğer dişleri çekmelerini önerirseniz,daha hastalığı örtbas etme sanatını öğrenemediğiniz için size güleceklerdir.


Israr ederseniz uzaklaşacaklar ve sizden kaçarak aralarında konuşacaklardır: " Dünyada çok fazla idealist var ama düşleri çok zayıf."


HALİL CİBRAN

Egomuz


(‘‘Kaostan Ahenge’’ kitabından)


Egomuz gün geçtikçe büyüyor ve doğa ile aramızdaki fark büyümeye devam ediyor. Doğayla zıt niteliklerimizin getirdiği acıdan kurtulmak için, doğanın özgecil niteliğini edinmeye çalışmamız gerekiyor.


İnsan, yapısı gereği kendisinde meydana gelen değişiklikleri algılayamaz. Çevresinin değiştiğini zanneder. İnsan duyularının ve aklının, hakikati algılaması bu şekildedir. Gerçekte ise doğa, sabit ve değişmezdir. Doğa ile uyum içindeysek, bütünlük duygusu içindeyizdir. Onunla tamamen zıt özelliklerde isek, bize karşı bir güçle çevriliymiş gibi hissederiz. Bu iki uç koşul arasında bir yerlerdeysek, ara aşamaları hissederiz.


Kişi, doğanın niteliğine uyum sağlamaya başladığında, onu içsel değişime zorlayan baskı da azalmaya başlar. Bunun sonucu olarak kişi, yaşamında daha az negatif olaylarla karşılaşır. Doğanın tarafından bakacak olursak, aslında hiçbir şey değişmemiştir. Her şey, önceden belirlendiği şekilde, olması gerektiği gibi oluyordur... Tek değişen, kişinin kendisidir. Kendi içsel değişimi kişide doğanın etkisinin değiştiği izlenimini oluşturur.


Doğanın özgecil gücü ile aramızdaki zıtlık, henüz en hat safhada değildir. Yani egomuz henüz en gelişmiş haline ulaşmış değil... Bu da maalesef, yaşadığımız olumsuzlukların giderek artabileceği anlamına geliyor. Bazılarımızın hala, dünyanın içinde bulunduğu genel krizi hissedememelerinin sebebi de, egonun gelişimini tamamlamamış olmasıdır.


Ancak egomuz hızla büyümeye devam ediyor ve tabi doğa ile aramızdaki fark da... Doğayla zıt niteliğimizin getirdiği acıdan kurtulmak için; evrimsel gelişime yeni bir yön vermek için doğanın özgecil niteliğini edinmeye çalışmamız gerekiyor. Hem de hiç zaman kaybetmeden!


Bunu başarırsak, var oluşun bütün seviyelerindeki pozitif etkiyi anında hissedebileceğiz. Diyelim ki, bir adamın kötü ahlaklı bir oğlu var. Baba, oğluyla konuşup, onu, tavırlarını değiştirmesi konusunda ikna etmeye çalışıyor. Sonunda, temiz bir başlangıç yapmaya karar veriyorlar. Eğer, ertesi gün, oğlanın davranışları düzelmeye başlarsa, babanın ona karşı tavrı da hemen iyi yönde değişecektir. Burada sonuçtan çok yaklaşım önemlidir.


Çevresiyle ilişkisini düzeltmek isteyen, buna her şeyden çok önem veren ve yaşamının tam anlamıyla buna bağlı olduğunu görebilen insanların sayısı arttıkça, onların bu duyarlılığı, genel görüş niteliği kazanarak, toplumun tüm bireylerini etkileyecektir. Aramızdaki içsel bağ sebebiyle, yeryüzündeki tüm insanlar (en ücra köşelerde yaşayanlar dahi), insanlığın bir bütün olduğunu ve birbirimize bağımlı olduğumuzu hissetmeye başlayacaklar... Kendileri ve diğer insanlar arasındaki karşılıklı etkileşim ve bağımlılık üzerinde düşünmeye başlayacaklardır.


MİCHAEL LAITMAN