30 Ocak 2010 Cumartesi

Dua Zamanı: Ya Rab Koru Canımı


Sıkıntı zamanlarında okunacak bir dua...


YA RAB KORU CANIMI

Kulak ver, ya RAB, cevap ver bana

Çünkü mazlum ve yoksulum.

Koru çünkü Senin sadık kulunum.

Ey Allahım, kurtar Sana güvenen kulunu!

Acı bana, ya RAB, çünkü gün boyu Sana yakarıyorum.

Sevindir kulunu, ya RAB, çünkü dualarımı Sana yükseltiyorum.

Sen iyi ve bağışlayıcısın, ya RAB,

Sana yakaran herkese bol sevgi gösterirsin.

Kulak ver duama, ya RAB yalvarışlarımı dikkate al!

Sıkıntılı günümde Sana yakarırım, çünkü cevap verirsin bana.


(Mezmur 86'dan)

27 Ocak 2010 Çarşamba

Farkındalık'ı arttırmak için ufak bir alıştırma...


Bugün sizlere, etrafımızda olup biten ve yaşamımızı saran olaylara karşı farkındalığınızı arttıracak ufak bir egzersiz sunuyorum.


Bizler, malesef, gün içinde hep hayat denilen büyük resmin ufacık bir kısmına yapışıp kalıyoruz. Ve ne oluyor? Resmin o harika manzarasını kaçırıveriyoruz. Örneğin, erkek arkadaşınız sizi üç saat aramadı. Aman Tanrım! O üç saat boyunca hem kuruyorsunuz hem de etrafınızda olan iyi/güzel şeyleri görmezden geliyorsunuz.

Ya da iş yerinde arkadaşınızla tartıştınız. Ne oluyor? Bütün gün hatta yatana dek sinir harbi içinde yer alıyorsunuz. Ve bu arada bakkalınızın size sıcak bir gülümseme ile merhaba demesini, sokakta yanınıza sokulan tatlı bir kediyi veya annenizin siz seviyorsunuz diye pişirdiği kakaolu kekin tadını kaçırıveriyorsunuz. Nitekim, bir diğer konu da şu ki, sizin tartıştığınız kişi için yaşam daha günlük halinde akmaktadır. Sonuç itibariyle olan size oluyor.


Yaşadığımız her olaya "anlam" yükleyen aslında bizleriz. Bizi oluşturan reşimotlarımız ve egomuz ile her olayı veya kişiyi kendimize göre yorumluyoruz. Örneğin, arkadaşınıza selam verdiniz ama o karşılık vermedi. Ne olmuş peki? Belki kafası çok meşguldü, belki de duymadı bile...Hem siz hiç bir selamı görmezden gelmediniz mi? Benim başıma geldi. Geçenlerde bir arkadaşım "yolda göz göze geldik ama sen bakmadın bile bir merhaba demek için" dediğinde verdiğim cevap şu oldu: "İnan okula yürüyorumdur ve aklımda onca şey varken bakan kör gibi oluyorum, hiç farkında bile değildim." Bakın, demek ki, bu arkadaşımı önemsemediğim anlamına gelmiyor. Fakat o bunu bana sormasaydı belki de kendi içinde egosu ona önemsenmediğini söyleyecekti.


Bu bir hafta boyunca farkındalığınızı arttırmak için şöyle bir alıştırma sunuyorum:

Gün boyunca sizi mutlu eden, iyi olan şeyleri not edin. Ama illa büyük bir şey olması gerekmez. Örneğin, yoldaki bir köpeği severken içiniz huzur dolu olur ya...İşte bunları da ekleyin. Ya da öğrenciniz size sıcacık bir gülümseme ile teşekkür etti, bunu da listenize ekleyin. Veyahut, gün batımına karşı bir fincan taze çay içtiniz ve keyif aldınız, hemen not alın.


Bir haftanın sonunda inanın bir de bakacaksınız ki, size değer veren kişiler, sizi mutlu eden bir sürü ufacık olay varmış...Ama biz ne yapmışız? Sürekli negatife odaklanıp onu içimizde büyütmüşüz. Önümüzdeki hafta boyunca lütfen bunu yapmak yerine, resmin büyük kısmına odaklanıp yaşamın güzelliklerini fark etmeye çalışalım.


Burcu A.

26 Ocak 2010 Salı

Kelam Damlası: Giydirilmiş Benlik: EGO


Yaratan, insanı kendi benzeyişinde yarattı. Bu demek oluyor ki, hepimizin öz'ünde aslında mükemmel olan Yaratan formülü/ düşüncesi yer almaktadır. Yaratan'dan kopan ışık damlaları gibiyiz. Yani hem O'yuz hem de değiliz. Öncesinde de belirttiğim gibi, bizler O'nun birer yansıması/ halefiyiz bu dünyada...


Aslında Yahudilik ve İslamiyet, işin bu kısmını gayet iyi algılayıp şöyle özetlemiştir: Her insan günahsız doğar. Hatta İslamiyet bir adım daha öne gidip bunu, Allah'ın kimi sıfatlarının insan da var olduğu şeklinde- doğrudur- açıklamıştır. Malesef, Roma paganizminin etkisinde kalan Hristiyanlık, bu öz'ün mükemmeliğini, doğultan günahlı olmak gibi yanlış bir imaj içerisine sokmuştur. Halbuki, yaratılan insan, Yaratan'dan kopan bir ışık huzmesi olarak, özbenliğinde onun izlerini taşır.


İsa'nın anlatmaya çalıştığı- ki kendisi büyük bir Kabalist idi- doğuştan günahlılık değildir. Aksine, O, Baba ve ben biriz derken, Tanrı ile insanın aynı özden geldiğini ima eder. Tövbe edin demesi ise kendi giydirilmiş benliğinizi transformasyona uğratmanızdan ibarettir. Ki, bu makalede, transformasyondan önce, bizi sürekli reaktiviteye iten ve Yaratan'dan uzaklaştıran ego'muza değineceğim.


Laitman'ın da belirttiği gibi, esas özgecil benlik dediğimiz bizim Yaratan'dan kopan ve onunla bir olan yönümüzdür. Fakat, bir de sürekli incinen, kıskanan, öfkelenen kısacası her daim reaktiv davranan bir ikinci biz daha vardır ki ona da "ego" adını veriyoruz. Bizim geçmiş yaşantılarımız, reşimotlarımız, ailemizin öğrettikleri, önyargılarımız, vb. zaman içerisinde özgecil ben'imizi birer kabuk gibi kaplıyor. Ve malesef kırılmaları da yıllar geçtikçe güçleşebiliyor. İşte, oluşan bu ikinci benlik bizim egomuz olarak adlandırılıyor.


Ego, var olan koşullarla çelişir, bir nevi öz doğamız ile durmaksızın bir savaş içerisindedir. Bizi sinirlendiren ve yıprandıran pek çok şey ondan kaynaklanır. Çünkü, insanın özgecil benliği Yaratan formundan geldiği için, zaten doğa ile uyumlu ve sükunet içerisinde olabilmektedir. Ne var ki, ego bu doğal akışı genellikle baltaladığı için, dikkat edin, tüm dinlerde bir tövbe söz konusudur. Ancak, ilkel seviyede kalan insanoğlu bundan sadece bir şeyleri bir daha yapmamak adına ilahi güce söz vermek gibi yanlış bir anlam çıkardığından, siz de bilirsiniz ki çoğu tövbeler bozulur. İsa'nın bahsettiği ve aslında Mevlana ile kimi doğu felsefelerinin de anladığı tövbe ise, insanın egosunu ıslah edip özgecil benliğine kavuşmasından, bunun neticesinde ise kainatla uyumlu yaşamasından ibarettir. Zaten o seviyeye erişmiş biri ise insan-ı kamil olup Yaratan ile birdir.


Şimdi, ego konusuna kimi örnekler vermek istiyorum. Misal, bir arkadaşınız size o gün günaydın demeden geçti. Ve şöyle diyorsunuz: "Salak şey, terbiyesiz suratına günaydın diyorum ama bakmadan geçiyor." Burda konuşan o iç sesiniz var ya, işte o sizin egonuz. Çünkü " sen beni nasıl yok sayarsın" demeye getiriyor. Ve durduk yere sizi on dakikalığına olsa da sinirlendiriyor. Bu tabi ki çok basit bir örnekti.

Ya da şöyle de olabilir: Bir türlü istediğiniz gibi iş bulamaktan şikayetçisiniz, telaş içinde gergin bir ruh haliyle dolanıyorsunuz. Ve yalnız kaldığınız bir an içinizde bir ses yükseliyor: " Zaten ben hep şanssız oldum, bahtım yok, hiç kimse beni anlamıyor dinlemiyor, beni kaale almıyorlar." Bakın, egonuz ne güzel sizi olumsuz fikirlere teşvik ediyor. Çünkü, onun en büyük amacı her daim kabul görmek, kendini korumaya almak. Ego, aslında evrenin kendi zaman akışından telaş duyar. Çünkü, tüm kontrol kendisinde olsun ister. Fakat, özgecil ben'iniz ise Yaratan'ı giyindiği için, kainatın akışına kendisini bırakmayı bilir. Bu yüzden, Kabalist bir dua da şu söylenir: "Göklerde olduğu gibi yeryüzünde de senin isteğin olsun." Bunu, ancak Yaratan ile bir olabilen özgecil benlik söyleyebilir, çünkü senin düşüncen zaten Yaratan düşüncesi olmuştur.


Ego konusuna bundan sonra pek çok kere değineceğiz. Hatta, bu konunun ıslahı için- kendiminde denediği- birkaç alıştırma da sunacağım.

Bu makale sonunda sizden istediğim, "ego"nuzun farkındalığına varmanızdır.

Farkında olarak birkaç gün kendinizi gözlemlerseniz, aslında içinizde ıslah edilmeyi bekleyen bir "ben" olduğunu görebilirsiniz.


Burcu A.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Kelam Damlası: Eril Ve Dişil


Bizlere en güzel örneği teşkil eden evrene baktığımızda her şeyin artı ve eksi'den oluştuğunu görüyoruz. Yani eril ve dişil...

Her insanın içine derinlemesine baktığınızda eril ve dişillik hallerini görebilirsiniz. Öyle ki, mana ilmi açısından bakıldığı vakit, günümüzde eşcinsellik olarak adlandırılan cinsel seçimlerin bile buradaki tarafların birinin daha ağır basmasından kaynaklanan bir durum olduğu gözlemlenir. Ne yazık ki, "ilahi" ve "kutsal" (!) olarak adledilen üç büyük dinin eşcinselleri dışlayan bir tutumları vardır. Mana ilmi açısından ise, bu bir nevi kendinizi dışlamanız anlamına gelir. Çünkü, bu evren de her şey ve hepimiz, öz olarak, birbirimizden yansımalar taşıyoruz.


Eril ve dişil olgularının önemine yeri geldikçe hep değineceğiz. Ancak, başlangıcı, sanırım epey bir tabu olan soru ile açalım...Tanrı'nın cinsiyeti var mıdır? Her ne kadar pek çok dil'de Tanrı sözcüğü nötr ya da eril olarak geçse de, esasen Tanrı'nın cinsiyeti hem var hem de yoktur. Şöyle devam edelim. Bütün kainat, Tanrı'nın düşüncesinden oluştu. Yani, evrendeki her sistemde, her bireyde, her kozmik olayda Yaratan'ın aksini görmemiz mümkündür. Peki, yaratılan evren de her şey artı ve eksi/ eril ve dişil olduğuna göre... O halde, Yaratan'ın kendisi de hem eril hem de dişildir diyebiliriz. (esasen nötr olma hali de vardır, fakat konu derinleştikçe farklı bir makale de ele alacağım.)


Yaratan önce her şeyi düşündü. Ve düşüncede mükemmeli tasarladıktan sonra aksiyona geçti. Kutsal Kitap'lara baktığımız vakit, Yaratan insanoğlunu yaratcağını söylediği vakit, meleklerden ses yükselir: "Biz yetmiyor muyuz, kan dökecek başka birilerini mi istiyorsun, yeryüzünde düzeni bozacak birini mi yaratcaksın" derler. Yaratan ise, özet geçersek, şöyle der. "Hayır, o hatasını anlayıp tövbe edip değişime açık olabilecek." Çünkü Yaratan Düşünce'de her şey tamam ve mükemmeldir.


İşte, Yaratan'ın "düşünce" yönü "eril", ancak aksiyonu gerçekleştirecek olan ve kimi vakit düşünceye karşı çıkacak olan yönü ise "dişil" dir.

Peki, örneğimizi biraz daha günümüze uyarlayalım. Diyelim, bu akşam için şöyle düşünüyorsunuz: "ay, eve gidip bir kahve yapıp film izleyeyim." Bu, düşüncenin oluştuğu eril yönünüzdür. Fakat, hani içeride bir ses vardır ve şunu der: "Ya, dur bakalım, gidince daha yemek yapacaksın, yerleri sileceksin, nerde vaktin olacak ki?" İşte bu, aksiyonu gerçekleştirecek olan ancak kimi vakit de eril yönünüzü eleştiren sizin "dişil" tarafınızdır.


Eğer siz, film izlemeyi sadece düşüncede yaratıp aksiyona geçirmezseniz, yalnız eril tarafınız hareket etmiş olur. Fakat, evinize gidip kahvenizi hazırlarken ve filmi izlerken dişil yönünüz harekete geçmiştir.


Adem ile Havva hikayesi de şimdi size bir şeyleri çağrıştırıp açıklıyor mu?

Aslında tüm kutsal kitap tek bir adam'ın ıslahından bahsettiğine göre, ordaki meselde bizlere aktarılmak istenen de, insanın eril ve dişil yönü idi. O hikayeyi bir kere de bu açıdan bakıp okursanız, mana'nın ifşa olduğunu fark edeceksiniz.


Ve bir şey daha var: Düşüncenizde her şeyi yapabiliyorsunuz değil mi? Örneğin ben, düşüncemde şu an Cape Town'da yürüyebilir veya kendimi bir sahilde bulabilirim. Bu, sizin eril yönünüzdür. Yaratan düşüncesi dediğimiz yönünüz...Günümüzde New Age akımlarının kaptığı en önemli ilke budur, tüm teorilerini bunun üzerinden yürütürler. Aslında, haksız da sayılmazlar; ki çoğu bilgileri zaten Zohar'dan bölük pörçük alıntılardır.Ne var ki, New Age akımının en büyük yanlışı, Bizler ufak Tanrılarız fikri ile dolaşmalarıdır. Halbuki, bu onları sadece ıslah olmaya yeni adım atan Adem seviyesinde tutar. Çünkü bizler, Yaratan'ın bu dünyadaki halefinden, ışığının yansımasından ibaretizdir.


Eril ve dişil olma haline ilerdeki konularımızda da yer vereceğim. Bu bağlamda, lutsal kitap metinlerinin (hangi dinde olursa olsu fark etmez) Yaratılış bölümünü okumanızı tavsiye ediyorum. Mana ilminin bakışı ile daha farklı anlamlar keşfedeceğinizi umuyorum.


Burcu A.

24 Ocak 2010 Pazar

Adon Olam

Adon olam, asher malach,
b'terem kol y'tzir nivra.
L'et na'asah v'cheftzo kol,
azai melech sh'mo nikra.V'acharey kichlot hakol,
l'vado yimloch nora.
V'hu haya, v'hu hoveh,
v'hu yih'yeh b'tifara.V'hu echad, v'eyn sheni
l'hamshil lo, l'hachbira.
B'li reishit, b'li tachlit,
v'lo ha'oz v'hamisrah.V'hu Eli, v'chai go'ali,
v'tzur chevli b'et tzarah.
V'hu nisi umanos li,
m'nat kosi b'yom ekra.
B'yado afkid ruchi
b'et ishan v'a'irah.
V'im ruchi g'viyati,
Adonai li v'lo ira.
İngilizce Çevirisi: Master of the Universe
The Lord of the Universe who reigned
before anything was created.
When all was made by his will
He was acknowledged as King.
And when all shall end
He still all alone shall reign.
He was, He is, and He shall be in glory.
And He is one, and there's no other,
to compare or join Him.
Without beginning, without end
and to Him belongs diminion and power.
And He is my G-d, my living G-d.
to Him I flee in time of grief,
and He is my miracle and my refuge,
who answers the day I shall call.
To Him I commit my spirit,
in the time of sleep and awakening,
even if my spirit leaves,
G-d is with me, I shall not fear.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kelam Damlası: RUH NEDİR?


Ruh nedir adlı konumuzu üç madde ekseninde toparlayacağım.

Birincisi, bugün tüm dünya dinlerinin kabul ettiği inanıştır. Buna göre, beden ayrı ve ruh ayrıdır. Beden öldüğü vakit, ruh da ayrılarak sonsuzluğa gider. Üç dinin bakış açısına göre ruh, dünyada yaptıkları sonucu ya cehennem de cezalandırılır ya da cennette ödüllendirilir.


İkinci bakış açısı ise felsefecilerden geliyor. Onlara göre ise beden de var, ruh da var, fakat beden ruhsuz da yaşayabilir.

Buraya bir dip not eklersek, ateistlere göre ise bedenimiz sadece bir makina gibi çalışmaktadır.


Fakat, mana ilmi açısından ruh konusunu ele alırsak, ortaya daha farklı ancak bir o kadar da anlamlı bir tablo çıkıyor.

Yaratan'dan kopan her ışık, bir bedene girdiği vakit, o insan da iki şey oluşmuş oluyor.

Nefeş ve Ruah...Yani Nefs ile Can...Bu, inançlı ya da inançsız, herkes de vardır. Dinsel seviye burada ki Ruah'ı Ruh olarak ele alır. Halbuki, bir kabile reisinde de, bir ateistte de, bir sanatçıda da, kısacası herkes de Nefeş ve Ruah bulunmaktadır. Yaşamı bu iki öğe ile sürdürürüz...

Anne karnındaki bir bebeğin de Nefeş ve Ruah'sı bulunmaktadır. Ancak, bu o bebeğin henüz Yaratan ile birleştiğini göstermez. Çünkü Yaratan ile birleştiren şey, mana ilminde ki ruh ise Neşama olarak adlandırılır.


Mana ilminde Neşama, bedenin de üstündedir. Şöyle bir örnek verelim. İnsan bedenini dokuma tezgahı gibi ele alalım ve dünyaya bir canlı geldiğinde yukarıdan derhal Adam Kadmon'da bölünen o ışık iniyor. Bu Ruah'tır. Ve dokuma tezgahı çalışmaya başlıyor.

Ancak, Yaratan'ı edinmek için gönül gözünüzün açık olması gerekmektedir. Nice inanlıyım diye geçinen kişiler vardır ki, malesef, edinimden ziyade sadece kör bir inanca sahiptirler. Ezbere dayalı ve kimi el-kol hareketleri ile Adem seviyesinde bir inanışın takipçisidirler. İşte o tarz insanların gönül gözü açılmamıştır, dolayısıyla Neşama'dan yoksundurlar. Ve eğer Neşama siz de henüz yok ise, ıslah olacak bir şeyiniz de yoktur. Yaşam yolculuğunuza Nefeş ve Ruah ile devam edersiniz. Yani, bitki ya da hayvan seviyesinde...

Ancak, bir gün olur da düşünmeye, sorgulamaya, ve her şeyi bir yana bırakıp Yaratan'ın özüne inmaya çabalarsanız, bu, sizin gönül gözünüzün açıldığının işaretidir. Yani, Neşama siz de işlemeye başlar.

Olay, algıyı açmak ya da açmamak ile ilgilidir. Siz, algıyı Tanrı yönünde açmaya başladığınız takdir de Neşama yani Yaratan'ın Ruhu siz de işlemeye başlıyor.

Bir özet yapacak olursak şöyle toparlayalım:

Her birimizin bedeni birer kap gibidir. Kabın hayatta kalabilmesi için Ruah yani Can var. Fakat, Yaratan'a dönüşü sağlayan o ıslah için gönül gözünün açıklığı gerekir. O noktada Neşama siz de işlemeye başlar. Eğer şimdiki yaşamınızda bu ıslahı tamamen başaramazsanız, kap gider yani beden ölür; fakat yeni bir kap gelir ve ıslaha devam edilir. Ta ki o kopup geldiğimiz Yaratan'a dönene kadar. Neşama'yı alıp almamak ise tamamen bireyin kendisine kalmıştır.

Ruh hakkındaki temel açıklamalarımız bunlar. Eğer, cennet ve cehennem veya yargı ne oldu diye soracak olursanız, lütfen Tekamül başlıklı konumuza göz atınız.



Derleyen: Burcu A.

15 Ocak 2010 Cuma

Dua Zamanı: Şükür Duası







Ey bütün dünya, sevinç çığlıkları atın RAB'be!



O'na neşeyle kulluk edin, sevinç ezgileriyle çıkın huzuruna!



Bilin ki RAB Allah'tır.



Bizi yaratan O'dur, biz de O'nunuz



O'nun halkı, otlağının koyunlarıyız.



Kapılarına şükranla, avlularına övgüyle girin!



Şükredin O'na, adına övgüler sunun!



Çünkü RAB iyidir, sevgisi sonsuzdur.



Sadakati kuşaklar boyunca sürer.






(Mezmur 100'den)

10 Ocak 2010 Pazar

Bilge Katresi: O'ndan Başkası Yok


“O’ndan başkası yok” diye yazar ki, bu; dünya üzerinde ona karşı durabilecek yetenekte herhangi bir güç olmadığı anlamına gelir. Ve insanın gördüğü, açıkça, bunu inkâr edecek mihraklar olacaktır, çünkü O öyle ister.
Ve bir düzeltilme kabul edilir, “sol reddeder, sağ kabul” diye, reddeden sol düzetilmiş kabul edilir. Bu şu anlama gelir ki dünyada hep insanı doğru yoldan saptırmak üzere olan şeyler vardır, ve bunlar insanı kutsallıktan reddeder.
Ve bu reddedilişler sonucunda kişi bir ihtiyaç ve tam bir arzu duyacaktır, O’nun kendisine yardım etmesi için, çünkü ne kadar kayıp olduğunu görür. Sadece ilerleyememesini değil, daha da ilkelleştiğini görür. Kendi menfaati için bile özgecilliği ve düzeltilmeyi gözlemleyecek gücünü de kayıp eder. Engellerin üstesinden sadece mantık ötesi bir inançla gelerek O’nun kurallarını takip edebilir.
Ama her zaman mantık ötesi güce sahip olamayacaktır, başka bir değişle Yaratan’ın yolundan sapmak için güce maruz kalacaktır, Allah korusun, hatta O’nun için yapmamak yolundan bile sapabilir. Ve o her zaman hissedecek ki parçalanmış bütünden daha büyüktür, yani ilerlemeden daha çok gerileme vardır ve o bu çıkmazdan çıkmak için bir son görmez, ve o kutsallığın sonsuza dek dışında kalacaktır. Mantık ötesi inançla gelmedikçe, küçük bir parçasını bile gözlemlemenin zor olduğunu görsün diye. Ve her şeyin sonunda ne olacak?
Sonra o karar verecektir ki Yaratan’dan başka kimse ona yardım edemez. Bu Yaratan’dan onun gözlerini ve kalbini açması için kalpten bir isteğe dönüşür, kendisini O’na daha yakınlaştırıp sonsuz beraberliğe getirmesi için. Bütün reddedilişlerin sadece Yaratan’dan geldiğini görür.
Yani yaşadığı inkar onun hatası değildi, üstesinden gelme yeteneği olmadığı içinde değil, bunlar Yaratan’a gerçekten daha yakın olmak isteyenler içindir. Bilgisiz küçük bir çocuk gibi, küçük bir parçayla yetinmemesi için ona yukarı’dan yardım eli uzanır, böylelikle sadece “Tanrı’ya şükür sevap işliyorum, daha ne isteyebilirim ki” diyerek yetinmesin diye.
Ve sadece gerçek arzuya sahipse o yukarıdan yardım alacaktır. Ve ona mevcut durumundaki hataları gösterilecek, yani ona çabasına engel olacak manzara ve düşünceler gönderilecektir. Bu onun Yaratan’la beraber olmadığını göstermek içindir. Ve üstesinden geldiği kadar, o her zaman kendisinin kutsallığa ne kadar uzak ve Yaratan’a kendisini yakın hisseden insanların tersine kendisinin Yaratan’dan ne kadar uzak bir pozisyonda olduğunu görür.
Ama kişi, diğer taraftan, her zaman istek ve şikâyetlerle doludur ve Yaratan’ın kendisine davranışını ve kendisinin de O’na davranışını haklı çıkaramaz. Yaratan’la bir bütünlük içerisinde olmamanın acısını hisseder ve kutsallığın aslında hiç bir parçası olmadığını görür.
Bazen yukarıdan bir an canlandıracak şekilde uyandırılır, ancak kısa bir süre sonra o dibi olmayan çukura tekrar düşer. Ancak, bu onun, ona sadece Yaratan’ın yardımcı olabileceğini ve fark etmesi içindir.
İnsan daima Yaratan’a tutunmaya çalışmalı, yani düşünceleri her zaman Yaratan ile ilgili olmalıdır. İçinde olabileceği en kötü halde olsa bile, en karanlık halini yaşıyor bile olsa O’nun alanını terk etmemelidir. İnsanın kutsallığa girmesini engelleyecek, ona zarar verecek ya da geliştirecek güce sahip başka bir otorite olduğunu asla düşünmemelidir.
Yani insanı iyi bir şeyler yapmasını ve Yaratan’ın yolunu izlemesini engelleyen Diğer Taraf (sitra ahrah)’ın gücünü düşünmemelidir. Ama kişi her şeyin Yaratan tarafından yapıldığını düşünmelidir.
Ba’al Şem Tov, dünyada başka bir güç olduğunu söyleyenlerin farklı tanrılara taptığını söyledi. Dini kavramlara aykırı düşüncesi günah sayılmaya bilse de, eğer o Yaratan’dan ayrı bir otorite ve güç olduğunu düşünürse, günah işlemiş olur.
Dahası, her kim kendi otoritesi olduğunu söylerse, yani daha dün Yaratan’ın yolunu izlemeyi istemeyen kişi de inanç değerlerini çiğnemiş olur. Bu Yaratan’ın dünyanın yegâne yöneticisi olduğuna inanmamaktır.
Ama kişi bir günah işlediği zaman, bundan gerçekten pişmanlık duymalı ve yaptığı için üzgün olmalı, ama burada da işlediği günahın verdiği üzüntüyle neden o günahı işlediğini doğru düzene koymalı – üzüldüğü şey bu nokta olmalı.
Ve insan daha sonra üzülmeli ve “o günahı işledim çünkü Yaratan beni kutsallıktan tuvaletteki pisliğe attı” demelidir. Yani kendisini eğlendirmek için Yaratan ona bir arzu verip leş kokulu bir yerin havasını koklattı. (Kitaplarda yazdığı gibi, diyebilirsin ki, bir adam bazen bir domuzun vücudunda reenkarne olur, daha önce bir dışkıdan farksız olarak gördüğü arzuları tekrar canlanır ve tekrar o pisliğin içerisinde kendisini tekrar canlandırmak ister.)
Ve ayrıca insan kendini yükselişte hissettiği ve çabasından biraz güzel lezzetler tattığında “şimdi anladığım durum Yaratan’a ibadet etmeye değer” dememelidir. Doğrusu olan şu, Yaratan onu yanına çekmek için imgeledi, bu nedenden dolayı çabasında güzel lezzetleri aldı. Ve o kutsallık topraklarından asla çıkmamaya dikkat etmeli ve Yaratan’dan başka hiçbir gücün var olduğunu düşünmemelidir (Ama Yaratan’ın gözlerindeki tadı bulmak veya aksi, insanın kendine bağlı değildir, her şey O’na bağlıdır. Ve insan dış aklıyla Yaratan’ın onu daha önce sevmemesine rağmen neden şimdi sevdiğine anlam veremez).
Ve benzer şekilde Yaratan kişiyi yanına yaklaştırmadığı zaman, kişi Yaratan’a uzak olduğu için kendi haline üzülmemelidir, zira o zaman isteği kendisi içindir. Her kim kendisi için isterse Yaratan’dan ayrı tutulur. İyisi, o Kutsal Varlığın sürgününden pişman olmalı, yani Yaratan’a verdiği üzüntüden pişmanlık duymalı.
Kişinin küçük bir organının acıması bir örnek olarak alınabilir. Acı onun kalbinde ve aklında hala duruyor olabilir, bu insanın genel yapısıdır. Ve tabi ki basit bir organın duyusu insanın acılarının çoğunun hissedildiği bütün endamının duyusuna benzeyemez.
Kişinin Yaratan’dan ayrı olduğunda hissettiği acı da bunun benzer örneğidir. İnsan İlahi Varlığın organlarından bir tanesidir ve O kalbin derinliklerinde bulunan O’nu arzulama duygusunun genel organıdır. Bu yüzden basit bir organın duyusu, genel bir acının duyusuna benzemez. Yani demek istenilen, Kutsal Varlık O’ndan ayrı parçaları olduğundan ve onlara sağlayamamaktan üzgündür.
(Ve bu şu sözleri açıklayabilir: “bir insan pişmanlık duydukça, Kutsal Varlık - o benim başımdan hafiftir - der.”). Eğer insan Yaratan’la kendisi arasında oluşan mesafeden kaynaklanan üzüntüyü kendisiyle ilişkilendirmezse, kendisini kutsallıktan ayıracak olan arzu çukuruna düşmekten korur.
Aynı şekilde biri kutsallığa kendini yakın hissettiğinde, Yaratan’ın gözünde desteğe layık olmaktan mutlu olduğunda, o hazzın özünün Kutsal Varlıktaki haz olduğunu söylemelidir ve kalbindeki O’na yakın olan organa yaklaştığı için mutluluğu hisseder.
Ve insan Kutsal Varlığı mutlu etmek gücüyle bağışlanmaktan mutlu olur. Ve bu aynı göstergeyle gider, çünkü kişinin hissettiği mutluluk, bütünün hissettiği mutluluğun bir parçasıdır. Ve bu hesaplamalar doğrultusunda, kişi bireyselliğini kaybeder ve kendi için maruz kaldığı arzu olan Diğer Taraf’a düşmekten kaçınır.
Almak arzusu gerekli olmasına rağmen, bu mutluluk duymak arzusu düzeltilip özgecil bir yapıya çevrilmelidir. Zira insanın içinde almak duygusu insanın kendisidir ve bunun dışındaki her şey Yaratan’a aittir, O’nun özelliğidir.
Bu şu demek ki, maruz kalınan arzudan alınan zevk ve haz Yaratan’a (yukarıya) memnunluk getirmek niyetiyle olmalıdır, çünkü alt dünyada zevk vardır. Yaradılışın amacı bunun içindi, O’nun evrenine yararı olması için. Bu da Kutsal Varlığın yukarıda duyduğu haz olarak bilinir.
Bu sebeple, insan memnuniyetin yukarıya nasıl sebebiyet verebileceği konusunda öneri aramalıdır. Ve tabi ki kendisi haz alırsa memnuniyet yukarıda da hissedilecektir. Bu yüzden, o her zaman Kral’ın sarayında olmayı istemeli ve Kral’ın hazineleriyle oynama yeteneğine sahip olmalıdır. Ve bu kesinlikle yukarıda memnuniyete yol açacaktır. Bütün özlemini Yaratan’ın hatırına istemelidir.

Y. ASHLAG

6 Ocak 2010 Çarşamba

Kelam Damlası: TEKAMÜL


En büyük kitap olan Kainat kitabına göz atarsak, aslında, Yaratan formülünü net bir şekilde görebiliriz. Öyle ki insan elinden çıkma olan tüm kutsal metinlerin arka planında bahsedilen manalar, kainat kitabında açık bir şekilde gözler önüne serilmektedir.


Evrende her şey dairesel bir döngü halinde yol alır. Buna en güzel örneği yağmur olayında görebiliriz. Su buharlaşır, havaya karışır, yoğunlaşır ve yağmur olarak tekrardan toprağa düşer...Ve aynı dairesel döngü devam eder.


Ya da bir tohum toprağa düşer, filizlenir, büyür, çiçek olur, solar, tekrardan toprağa karışır ve yeniden yeşerir...


Ve tıpkı kainattaki bu formül gibi, insan ruhu da belirli bir döngü içerisinde tekamülüne devam etmektedir. Ta ki insan-ı kamil denilen o noktaya varıp Yaratan ile bütünleşene kadar tüm ruhlar, kendi döngülerini tamamlamak için var olan forml içerisinde hareket etmektedirler.


"Peki, yargı günü? Cennet ve cehennem ne oldu" soruları devreye girer...

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, eski Kutsal metinlerde yani Tevrat'ın ilk bölümlerinde cennet ve cehennem diye bir kavram yer almamaktadır. Babil sürgünü sonrasında bu terimler ortaya çıkmış olsa da, kadim bilginlerin yazılarında da pek yer almaz...Şeytan, cennet ve cehennem tanımlarının derinlemesine incelenmesi, dini bir kalıp haline gelmesi çok sonraki dönemlere aittir.


Fakat, mana ilmi açısından konuşacak olursak, tıpkı Sufilerin de belirttiği gibi, cennet ve cehenneminiz zaten sizin içinizdedir. Kendi ellerinizin yarattılarıdır, yani bir nevi İsa'nın da dediği gibi sizin meyveleriniz işleriniz ise, meyve bahçeniz de cennet ya da cehenneminizdir.

Aksi takdirde, şöyle bir Yaratan düşünmek hiç mümkün müdür: Milyarlarca insan yaratsın, bunlara kötü eğilimi de versin, sonra tıpkı bir sınavmış gibi "yok bu sınıfta kaldı" deyip, yarattıklarının milyonlarcasını acımasızca ateşlerde yaksın...Peki, tüm dinlerin en başta belirttiği Sevgi ve İhsan olan Yaratan'a ne oluyor?Burada bir çelişki yok mu?

Kaldı ki, bugün üç büyük din, adeta kendi çıkarımlarını göz ederekten "bize gelen kurtulur sadece, geri kalanın vay haline" cinsinden yanlış birer tutum/inanç içerisindeler. Peki hangi Tanrı, acımasızca yarattıklarının büyük çoğunluğunu hiçe sayabilir?


Yaratan, kendisinden ihsan ederek insan'ı yarattı ve tıpkı kainattaki dairesel döngü gibi, kendisinden kopan bu varlığın yeniden kendisine dönmesi ile döngünün tamamlanacağı bir formül meydana getirdi. İnsanlık bu nokta da safhalardan geçti ki hala geçmekte...Adem seviyesinden Nuh'a, Musa seviyesinden Mesih'e...Hayvan düzeyinden insan-ı kamil olmaya dek süren bir yolculuk...


Bu yolculuğu Yeni Ahit'te yer alan İsa'nın " Kaybolan Oğul" benzetmesinde de görebiliriz.

Yalnız, önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Burada, mana ilminin vermekte olduğu tekamül, Hindistan ya da Budist felsefede verilen reankarnasyon değildir. Yani, hiç bir ruh gidip de bir inek ya da nilüfer çiçeği olmuyor.


Ruhun asırlardır süregelen yolculuğunda kendi aldığı kararlarla kah düşe kalka, kah kararlı bir şekilde ilerleyişinde, kendi cenneti ve cehennemi de oluşur. Siz, iyi bir gün geçirdinizse, vicdanınız rahatsa zaten cennetinizin içerisindesinizdir. Mevlana'nın da dediği gibi, Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme "...


Fakat, insan için en zor olan şey, kendi yaptıklarının sorumluluğunu üzerine alabilmektir. Bu sebepten, dışarıdan bir güce kimi şeyleri pas etmek daha kolayımıza gelir...Yargı, bunun için dinlerde yer alır. Ayrıca, egomuzu ıslah etmenin zor yolundan kaçıp, kimi şeyleri yapıp ödül olarak cenneti hak etmeyi düşünmek işimize gelir. Kimi davranışların toplam sonucunda da cehennem gibi bir ceza ile karşılaşacak olmak, "ilkel seviyede" olan benlikler için caydırıcı bir unsur oluşturur. Bakın, mana ilminin de belirttiği gibi, insanlığın seviyeleri vardır ve bu noktada dinlerin koyduğu tüm bu ceza-ödül sistemleri tıpkı bir çucuk seviyesi gibidir.

Halbuki, insanın ruhsal seviyesi arttıkça, maneviyatta olgunlaştıkça, Yaratan'ı giyinmeye çabaladıkça, tüm bunlar ortadan kalkacaktır. Tekamülünün bilincinde olan bir birey için her şeyden önce huzur vardır. Tıpkı kainattaki her bir canlının, bu düzen içinde yerini bilip huzurlu olması gibi...Halinden şikayet eden bir incir ağacı gördünüz mü hiç? Çünkü o, bu evrendeki rolünün farkındadır...


Tekamül konusu için bu giriş bölümümüzdü. Ruh konusunu ele alırken bir kez daha bu konuyu irdeleyeceğiz...

Derleyen: Burcu A.

5 Ocak 2010 Salı

Bilge Katresi: Arzular ve Düşünceler/Michael Laitman


ARZULAR VE DÜŞÜNCELER
(Bu makale bir derste geçen konuşmalardan alıntıdır)
Gimar Tikun’da ki bir insan gibi düşünmeye çalış;
Bir tane basit prensip var: Gimar Tikun’da ki bir kişi gibi düşünmek. Çok kolay bir şey.
Bizim Yaratan gibi düşünmek için harcadığımız çaba, O’nun “aklına girebilmek”, duamız bu olacak. Buna Man’ı yükseltmek denir ve bu halimizden Ohr Makif’i üzerimize çekeriz.
Ne kadar doğru yaptığımız önemli değil; bir çocuğun oyuncaklarıyla oynarken kendisini büyümüş bir insan gibi sanması gibi. Elbette doğruluğunu bilemeyiz ama bu saran ışığı çekmek yeterlidir.
Dolayısıyla her hareke, davranış ve düşüncede, herhangi bir şeyi yapmadan önce kişi düşünmelidir. Örneğim canım bir bardak su çekti; “Herkesin var mı?”. Etrafta şişelerce su olsa da, önemli değil. Düşüncem davranışımdır ve düşüncem ıslah eder.
Bu yüzden her yaptığımız şeyde düşünmeliyiz: herkesin var mı? Belki dostumun bir tanesinde yoktur ve alıp ona verebilirim? Sadece bu düşünceden sonra kendi ihtiyacım olanı alabilirim. Bu düşünce olmadan alamam. Prensip budur ve her şeyde bu şekilde davranmalıyız.
Yaratan’ı buna dâhil etmek;
Daha büyük bir problem var. Dostlarım yanımda, onları sürekli görüyorum. Her zaman onlar içinde var olduğumu düşünmek istesem bile, hala bir problem var; Yaratan’ı bu işin içine dâhil etmek zorundayım. Yoksa bu davranış tümüyle yanlış olur ve kutsallığın tam tersidir. Yoksa sadece komünist bir toplum olma yolunda mesafe alınır – son nesil yolunda değil.
Dolayısıyla ne kadar çok düşüncelerimle çaba sarf eder, davranırsam o kadar çok maneviyatım gelişir. Bunun ne olduğu önemsizdir, saçma bile olabilir. Ne kadar anladığım önemli değildir, bir çocuk gibi. Önemli olan harcadığımız çabadır, ne kadar zeki ve kurnaz olduğumuz değil. Aslında insan ödülünü böyle alır bu özelliği edinerek.
Herkeste var olduğunu kontrol etmek ne demektir?
Kontrol etmek demek düşünmek demektir. Tüm dostlarıma gidip tek tek senin suyun var mı diye kontrol etmiyoruz. Düşüncelerimde sanki tüm dostlarımda varmış gibi ve bundan eminim aralarında her kim istiyorsa oda alabilir, tıpkı benim gibi. Bunu düşünmek ve istemek yeterlidir.
Hocalarımız bu yüzden kitaplarında; eğer yeryüzünde en çaresiz ve ücra köşesinde ki bir kişide yoksa bu dünyadan kendim için bir şey almam yasaktır. Gimar Tikun’un iç ıslahı budur. Bu şekilde düşünmemiz gerekir ve bu düşünce o dereceden ışığı çeker. Çok kolay. Teknik gerçekten çok basit; ışığı üzerine çek ve eğer gerçekten istiyorsan ışık o dereceden gelir.
Şimdi susadım. Gerçekten biraz su istiyorum. Davranışlarımın sırası nedir?
Öncelikle arzulamadığın bir şeyse konuşacak bir şey yok. Arzulaman çok iyi. Suyu içmeden önce kendimi kolektif kli’nin bir parçası olarak hissederim. Kolektif kli’nin parçası olmak şöyledir; eğer herkeste var ise o zaman kendime alabilirim, eğer herkesin yoksa o zaman kendime almam. Eğer her birimiz birbirimizi bu şekilde bağdaşlaştırırsak ve destek olursak Yaratan’ı içinde hissedebileceğimiz bir kli oluştururuz. Bunun için çaba sarf ediyoruz ve buna Yaratan’a haz vermek denir. O yaratılanların arasında ortaya çıkmak istemektedir. Aşağıda olanlarla, bu demektir, zira aşağıdakiler O’nun ortaya çıkabileceği ıslah edilmiş bir kliyi O’nun formuna/seviyesine aynı olacak şekilde bir araya getirmelidirler.
Kişinin rolü diğerleriyle eşit form edinerek bağ kurmak ve ihsan edebilmek. Dolayısıyla davranışım ve üzerime çekmek istediğim ışık; bunların hepsi Kli’yi inşa eder.
Yaratan var ve ben varım, toplum var, davranışımız var – yani her şey var. Bu düşünceleri ne kadar içimizde barındırırsak o kadar ohr makif çekeriz. Düşüncenin gücü dünyadaki en büyük güçtür. Havanın nasıl değişeceğini hemen göreceksiniz, içimizde bir ateş yanmaya başlayacak. Bu hepimizin içinde hissedildiği ve bağ oluştuğu zaman herkes çok derin şeyler hissetmeye başlayacak.
Henüz o dereceye ait değiliz, nerede olduğumuz bile önemli değil. Çocuklar nasıl oyun oynarlarsa o şekilde oynamalıyız. Bunun adı “oyun”! İsteğimiz yetişkin olmak; yoksa buna oyun diyemeyiz. Aktörler gibi rol yaparak oynamak değil. Çocukların oynadığı gibi oynamalıyız. Gerçek olduğuna inanarak hareket etmeliyiz.
Yaratan’ı buna nasıl dâhil edebiliriz?
Yaratan’ı dâhil etmek çok kolay: “Neden yapıyorum?”, düşüncemin başı ve sonu bu soru olmalı. Arada ise kişi hareketi yapar.
Düşüncemin başında – “Burada ne işim var? Şimdi yapacağım şeyi neden yapıyorum? Beraber olduğum bu insanlardan ne alıyorum?” Belki de daha derin düşünmek gerekir; “Ben kimim? Ben neyim?”. Sonunda başka bir çaremiz yoktur; Yaratan’la bağ kurmak zorundayız, Yaratan’ı keşif etmek zorundayız. Bunu kendimize nasıl açıkladığımız önemli değil, zaten Yaratan’ı bir amaç olarak belirlersek bu noktadan başlayabiliriz.
Şimdide “yapmam” lazım. Dostlarımla bir bağ kurmalıyım çünkü grup bir kli’dir ve Yaratan’ın ortaya çıkması için bir gerekliliktir. O’nu ancak Kli’nin içinde keşfedebilir ve O’nunla bağ kurabilirim. Başka bir yolu yoktur. Ancak grupta Yaratan’la bir eşitlik sağlanabilir; O ihsan eder ve bende ihsan ederim. Diğer ruhlara nasıl ihsan edebilirim? Bunu yapabilmek için tek kli’ye tutunurum, yani gruba bağlanırım, aslında Yaratan’ın ortaya çıkması için bu gerekli bir koşuldur.
Dolayısıyla Yaratan’la başlar ve O’nunla bitiririm ve ortada grupta yapılan davranış vardır. Bu olmadan başlayamazsınız, eğer başlarsan bu davranış klipa olur.
Yaptığım davranışın nedenini açıklamalı mıyım?
Kalbindekileri asla başkasıyla paylaşmamalısın, bu yasaktır! Kitapları çalışırken genel olarak nasıl davranmamız gerektiğini konuşuruz. Hepimiz bu formülü öğrendikten sonra bu içimizde gizli kalmalı ki klipanın tutunabileceği bir yer olmasın. Henüz bir perde tarafından korunmuyoruz ve aramızda istesekte istemesekte kıskançlık var, çünkü doğamız böyle.
Diyelim ki bir bardak su içeceğim davranışımın sırası ne olmalı? Gerçekten alıp haz duymak istiyorum, buna izin var mı yok mu?
Suya ihtiyacın varsa ya da bunu ihsan etmek için içeceksen izin var. İhsan etmek demek, bir şeyi bir başkasına haz vermek için kabul etmek demektir. Bundan bahsetmiyoruz, bu ölülerin diriltilmesinden sonra olabilir.
Bu dünyadan almam gereken şey ihtiyacım olandır. O bir bardak suya ihtiyacım var susuz yaşayamam. Hangi koşulda almam gerekir? Eğer dünyada benim durumumda olan herkesin suyu varsa, o zaman o suyu alabilirim. Tüm dünyadaki insanlardan bahsetmiyoruz Gimar Tikun’daki hesaplamalardan bahsetmiyoruz, şu an kendimiz için olan hesaplamalardan bahsediyoruz. Eğer kendimi maneviyata göre ayarlamaya çalışıyorsam bunu kendi cemaatime yönelik yapmam yeterlidir. O zaman şöyle düşünmek gerekir: Şu anda grubumdaki tüm insanlarda bu imkân var mı? Dolayısıyla ben içebilir miyim? Yaklaşımımız bu.
Neden böyle bir yaklaşım gerekmektedir? Bu yaklaşımla ne yapıyorum? Eğer amacım iyi bir insan olmak, arkadaşlarımın gözünde yüce ve düşünceli bir kişi olmaksa; bu tür bir niyet kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı sadece ama sadece Yaratan’a daha yakın olabilmek için yaparız, Yaratan’a haz vermek için.
Gerçek istediğim bumu? Gerçek amacım bumu? Aslında değil. Kendimizi kontrol edecek olsak aslında Yaratan hiç kimsenin umurunda değil! Ama fark etmez! Sadece bu şekilde olmasını istiyoruz ve böyle düşünüyoruz. “Oyun oynamak” budur.
Oyun oynamak olarak adlandırılmayan bir hal daha vardır. Örneğin bir halterci gibi; ağırlığı kaldırıp kaldıramayacağını bilmez. Bu oyun değildir çünkü elinde hesaplanmış veriler vardır. Ağırlığı tartmıştır ve neye doğru ilerlediğini bilir, burada kişiye bağlı olmayan bir şey yoktur. Sonuç kişiye bağlı değildir ama rakamları bilmektedir.
Biz ise “sanki” kavramıyla yapıyoruz. Bu yüzden oyun olarak adlandırıyoruz. Yaratan’a doğru ilerlemek istiyoruz, O’na benzeyebilmek ve tutunabilmek.
Bunu nasıl isteyebilirim?
Eğer bunu gerçekten isteseydim zaten o seviyede olurdum. Bu yalandan utanmamalıyız, çünkü kişi bu koşuldan derece derece yükselir ve bu yalan olarak kabul edilmez.
Emin olmak yeterlimidir?
Aslında herkesin var mı yok mu bilmiyorum. Mesela yemek yerken yapmaya çalıştık. Herkes yemeğe oturmadan önce bekledi ve gördük; herkesin yemeği var ve ondan sonra yemeğe başladık.
Bekleyip düşünmemiz lazım. Ancak o zaman bir davranış söz konusudur. Tekrar su örneğine bakalım, her şeyi elbette aklımızda yapıyoruz, gidip tek tek herkesin içecek suyu var mı diye gidip kontrol etmiyoruz.
Düşünceyi Yaratan’la bağlayarak bitiririz. Tüm dostlarımın içecek suyu arzuladıklarında var mı?
Bu nasıl bir sınamadır?
Tamam, düşündüm, hepsi su arzularlarsa var, tamamdır; bu şekilde olmamalı. Ancak bir efor sarf etmeyi arzulayarak, man yükseltmek gerekir.
Bir arzumun olması çok iyi bir şey. Şimdi bu arzuyu yönlendirip bir çaba sarf edebiliriz. Arzuyu sadece kendimi tatmin etmek için kullanmam. İçimde ortaya çıkan arzu, yaratılanın özüdür. Bu arzunun ortaya çıkması çok iyi bir şey çünkü şimdi ıslah edebilirim. Üzerine bir masah koyup zivug de haka yapmaktan ve ihsan için almaktan bahsetmiyorum, bu çok ileri safhalarda. Şu aşamada bunu yapamayız.
“Her şey Yaratan’dan geliyor” dememiz şu aşamada mümkün değil çünkü şu an bunlar sadece laf. Tüm ıslahlardan sonra; Yaratan’la bağım oluştuktan sonra ancak “Her şey O’ndan gelir” demek bir şey ifade eder. Bu noktaya geleceğiz.
Yanımda üç kişi var. Suları var mı yok mu kontrol etmeli miyim, yoksa sadece düşünmem yeterlimidir?
Sadece düşünmeniz yeterli, kontrol etmeniz gerekmiyor. “Dostların arzularlarsa suları var” sonra iç suyunu.
Peki, bu yalan olmaz mı?
Yalan ya da değil, kontrol etmek budur. Elinden geldiğince bu düşüncenin derinliğine in, zorluk yaratmana gerek yok. Bu düşünceler bir arada olmamız için fırsattır. Ancak bir bütünün parçası olursak aramızda Yaratan’ı hissedebiliriz.
Peki, düşünceyle davranış arasındaki ilişki nedir?
Düşünce maneviyatta davranıştır. Birisine su vermek ya da benim su içmem bir davranış değildir. Davranışım içinde oluşan arzuyla ne yaptığımdır. Esas davranış budur.
TES çalışırken bir ratzon’la veya masahla ilgili şeyler öğrendiğimiz gibi. Eğer manevi davranışlardan bahsedersek, iç eforumuz davranış olur - elimle, bedenimle yaptığım davranışlardan bahsetmiyoruz.
Kendimizi grup ve Yaratan’la tek bir davranışta bütünleştirerek özgecil bir davranış yapmak için konsantre olmalıyız. Bu seviyede grup, ben ve Yaratan tek olur ve her şey iki taraflı özgecil davranış olarak oluşur. Gerçek durum bu. Sadece bu koşulda yaşama arzusu edinmeliyiz. Önümüze çıkan her şeyi, her arzuyu bu şekilde değerlendirirsek buna davranış yada yapmak denir.
Kişi her zaman nasıl bu tür şeylere hazır ve tetikte olabilir?
Grubun genel düşüncesine bağlı. Eğer hepimiz bu şekilde düşünürsek, sende bu şekilde düşünmeye başlarsın. Kelimeler olmadan bu düşünceleri diğer kişilerden edinirsin ve istesende istemesende öyle olursun. Bu toplumun birey üzerindeki etkisidir.
Rav Yusuf Kisma’nın dediği gibi; “Eğer inekleri düşünen insanlar arasında olursam bende inekleri düşünürüm. Eğer manevi şeyleri düşünen insanların arasında olursam, bende manevi şeyler düşünürüm.” İnsanların ağızlarından çıkan sözler değil, kişiler arasındaki o bağ herkes üzerinde işler. Hepimiz yoğunlaşmış bir düşüncenin alanı içerisindeyiz ve bu hepimizi etkiliyor. Bu o kadar etkilidir ki Baal Hasulam öğrencilerine Yidiş dilinde öğrettiğinde bazı öğrencileri bu dilden hiç anlamamalarına rağmen onlara öğretmeye devam etti; düşünceleri etraftan sözler olmaksızın alacaklarını söyledi. En ileri öğrencisi bu dili hiç anlamayan ve ısrarla çalışan Irak’lı bir Arap’tı.
Nerede düşünce ve nerede davranış olarak yapmalıyım?
Hayatımızı öyle düzenlemeliyiz ki tüm davranışlarımız herkese eşit şekilde özgecil olmalı, özellikle Sitrin’de ki bir haftalık buluşmamızda. Bu özgecil davranış, düşünce her zaman herkesi dâhil etmeli. Sadece bir grup insanı düşünemeyiz, kesinlikle kendimizi de düşünmemeliyiz. Herkesi, tüm grubu. Davranışlar böyle olmalı.
Arkasında hareket olmayan bir düşünce yalan mıdır?
Hareket olmayan bir düşünce elbette bir sonuç yaratmaz. Doğru ya da yanlış yaptığımızı bilemeyiz, şöyle mi yada böylemi olmalı bilemeyiz. Tabi ki bu demek değil ki sağ sola koşturup “Su içmek ister misin?” diye herkese soracağız.
Genel olarak insanlara karşı içimizde bir ilgi oluşturmalıyız. Özellikle şimdi bir şey istiyorsan aklında davranmalısın. Yoksa büyük bir grupta herkesi kontrol etmek mümkün değildir. Davranışın düşünce olmadan yapılmasına yalan dediğim zaman demek istediğim şu; bu davranışa ulaşamayacağımız, bu davranışın oluşamayacağından bahsediyoruz. Ama düşüncelerimizde bunun gerçekten olabilmesini, oluşabilmesini istiyoruz. Dolayısıyla düşünce olarak sürekli yapmalısınız, fiziksel olarak değil.
MİCHAEL LAİTMAN

3 Ocak 2010 Pazar

Gönül mü Tanrı'dır Tanrı mı Gönül?


GÖNÜL MÜ TANRIDIR TANRI MI GÖNÜL?


Çinliler “ Biz daha mahir ressamız, dediler. Rum halkı da dedi ki: “ Bizim maharetimiz daha üstündür.” Padişah “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı” dedi. Çinlilerle Rum diyarı ressamları hazırlandılar; Rum diyarı ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi.Çin ressamları “ Bize bir hususi oda verin, bir oda da sizin olsun” dediler. Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini çin ressamlar aldı. Öbürünü de Rum ressamları. Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı. Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.
Rum ressamları “ Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya!” dediler. Kapıyı kapatıp duvarı cilalamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak bir hale getirdiler. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay. Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.
Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler. Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalade güzel şeylerdi.
Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mani olan perdeyi kaldırdı. Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, adeta göz alıyordu.
Oğul Rum ressamları sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri kitapları yoktur. Ama gönüllerini adamakıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır. O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir. Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.
O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz. Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu : Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?
Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedi değildir. Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecilli eder.
Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Aynel yakin bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır.
Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne galip gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil.
Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder. Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!
( Mesnevi'den)

2 Ocak 2010 Cumartesi

Dua Zamanı: Mezmur 25'ten...


Ya Rab, bütün varlığımla sana yaklaşıyorum. Ey Allah'ım Sana güveniyorum, utandırma beni, düşmanlarım zafer kahkahası atmasın. Sana umut bağlayan hiç kimse utanca düşmez, nedensiz hainlik edenler utanır. Ya Rab yollarını bana öğret, yönlerini bildir. Bana gerçek yolunda öncülük et, eğit beni, çünkü bütün gün umudum sende. Ya Rab, sevencenliğini ve sevgini anımsa, çünkü onlar öncesizlikten beri aynıdır. Gençlik günahlarımı isyanlarımı anımsama, Sevgine göre anımsa beni, çünkü Sen iyisin ya Rab !


(Mezmur 25)