27 Şubat 2010 Cumartesi

Kelam Damlası: Adem Seviyesi


Esasen tüm kutsal kitap tek bir insanın hikayesini anlatır arka plandaki manada..."İnsan"ın safhalarıdır tüm yaşananlar...Ve aşama aşama ruhun seviyeleri semboller ve hikayelerle bizlere anlatılmak istenir.


Şimdi size bir soru yöneltsem, eminim ilkinde hepiniz hayır diye yanıt verirsiniz: Kutsal kitapta adı geçen Adem'i tanıyor musunuz? Seslerinizi duyar gibiyim. "Hayır ama duydum, biliyorum." "Yahu, ilk insanı ben nasıl tanıyayım, böyle soru mu olur?" " Ne demek bu şimdi?" Cümleleri kendinize göre çoğaltabilirsiniz.


Peki, ben size şöyle bir yanıt versem: Evet, hepimiz Adem'i tanıyoruz çünkü Adem zaten biziz. En azından kendi adıma konuşursam, kendi Adem'imi epey yakından tanıyorum.


İlkin şunu söylemekte fayda var, Adem ilk yaratılan insan değildir. Bu, günümüz bilim adamlarının verileriyle bile uyuşmaz çünkü dünya ve canlıların hatta ilk insan kalıntılarının Adem'den daha önceye dayandığını biliyoruz. Adem, ilk soru soran insandır. "Ben"liğini keşfeden ilk insan...


Hikayeye geri dönersek, Adem ile Havva Aden bahçesinde neşeli bir halde dolanırken, yılan ve Havva'nın baskıları sonucu Adem'in elmayı yemesiyle birden çıplaklıklarının farkına varırlar. Onlara seslenen Tanrı'yı bile göremez. Ve korktuğunu söyler Adem...


Çok genel olarak geçtiğim bu hikayede yılanın insan egosunu yani alma arzusunu sembolize ettiğini önceki yazılarımda sizlere aktarmıştım. bkn: http://kabuldergahi.blogspot.com/2009/11/kelam-damlas-gunah-nedir.html


Adem, Tanrı ile birken, Tanrı'yı bilebilmesi için O'ndan kopması gerekiyordu. Çünkü bizler ancak zıtlıklarla kavramları tanımlayabiliriz. Sonsuz ışığı anlayabilmek için karanlığa ihtiyaç vardır. İhsan'ı alabilmek için önce yokluğa düşmek gerekir. Ayrılıklar ve hasret olmasa sevgilinin değeri nasıl anlaşılır?


Adem, elmayı aldığında yani egonun arzusuna boyun eğip sadece kendi için aldığında, çıplaklığını fark eder. Yani kendi "ben"inin farkına varır. O ana dek, Tanrı ile bir olduğundan kendisini bile Tanrı sayma eğilimindedir.Tanrı'yı yani Sevgi ve İhsan'ı algılayabilmesi için önce ondan farklı olduğunun bilincine varmalı...Bunu sağlayacak olanda ego'nun kendisidir. Bzim meşhur yılanımız yani egomuz, bizi kendimiz için almaya yönlendirir, ihsanı unuturuz ve Işık'tan ayrı düşeriz.


Seviyeler arasında en altta yer almasına rağmen dünyamızda Adem düzeyine bile gelememiş niceleri bulunmakta...En azında Adem, ego'sunun farkına vardı, dönüşüm ve değişime kendini sevk etti (yani tövbe etti) ve Nuh düzeyine geçti...Yani ıslah etme düzeyine...


Şimdi sorsam size Adem'i tanıyor musunuz diye?

Yaşantınızın pek çok safhasında Adem seviyesinde kalmadınız mı? Ben, örneğin, bundan beş sene öncesine dek özel yaşantımda nerdeyse Adem denilecek bir seviyedeydim. Ama birden başıma gelen olaylarla, kendi yılanımı yani ego'mu keşfettim. Ve Işık'tan ne kadar ayrı olduğumu anladım. Bunu anlamaya başladığımda bile o Işık, azar azar bana doğru esmeye başladı.


Bu yüzden Adem'inizi keşfedin...Bırakın elmayı ya da armutu, ne yediğiniz fark etmiyor, ya da ne aldığınız...Ne giyip ne içtiğiniz...Ne taktığınız...Esas kendi yılanınız size doğru kıvrıldığında bir an düşünün: Bu sahne tarihte kaç kere tekerrür etti? Ego'nuz kaç kez sizi almaya yönlendirdi...Ve her aldığınızda aslında ihsan etmek varken, sadece dipsiz bir kuyu gibi kendinize alarak Işık'tan ne kadar mahrum kaldınız...Soruyor musunuz bunları? Fark ettiniz mi? O halde Adem seviyesine hoşgeldiniz...Umarım bu bilinçten sonra bulunduğunuz seviyeyi ıslah ederek bir üst aşamalara yürüyebilirsiniz...


Derleyen: Burcu A.


23 Şubat 2010 Salı

Bilge Katresi: Cennet ve Cehennem


Soru: Cennet ve cehennemden bahsedelim. Kabala ilmi Cennetin tüm dinler tarafından kullanılan bir nevi ağrı kesici ilaç olduğunu mu düşünüyor? Dinler Cennet Bahçesini ve Cehennemi imajlarla anlatarak inanları kullanıp idare ediyorlar.
Böyle yerler gerçekten var mı, bu tür boyutlar mevcut mu? Öldükten sonra her ruh ya Cehennem ateşinde yanacak ya da Cennet’te sonsuz zevkimi yaşayacak? Eğer gerçekten böyle boyutlar var ise, nasıl oluyor da Manevi bir bilim olan Kabala’da “ödül ve ceza” yok ve aslında insanoğlu yaptıklarından sorumlu değil.

Cevap: Size “Zohar Kitabına Yorumun Merdiveni” adlı kitaptan bir örnek vereyim. Bazı kişiler Kabala’da bulanıklık yaratmak için bu tür cümleleri kullanıyorlar. "İnsan bu dünyadan ayrılır ayrılmaz, üzerinde yanan bir mum vardır ve Cennet, haktan yana olanlar için ödül gösterilir ve ona Cehennem gösterilir, günahkârlar için cezalandırılacakları yer, bu dünyadaki günahları için yargılanacakları yer... "
“Zohar Kitabında” Cennet ve Cehennemi anlatan buna benzer birçok yazı bulabiliriz, ruhun gittiği yer, nerede ve ne kadar zaman kalacağı.
Gerçekten Cennet ve Cehennem gibi boyutlar var mı, yoksa bunlar maneviyatı anlatmak için kullanılan ruhani betimlemeler mi?
Yaratılış zevk alma arzusudur. Işık onu öyle bir şekilde yarattı ki Işığın kendisi ve bütün nitelikleri bu arzu tarafından zevk olarak hissedilir. Işıkta var olmayan nitelikler ise bu arzu tarafından hoş olmayan şeyler olarak algılanır, tahammül edilemeyen şeyler, kişinin kaçmak istediği koşullar. Bu demektir ki sadece zevk ve haz alma arzusu var ve duyulan zevk/haz üst Işık bu arzuyu yarattı ve dolayısıyla da arzu ışık’tan zevk olarak algılamakta ve hissetmekte.
Bizler bu Üst Işığa “Yaratan” diyoruz “Yaratılışın Düşüncesi” olan yaratılanlara mutluluk vermek. Aslında bizi yaratan bu Üst Güç’ten bizlere asla kötülük gelemez. Yaratan herkese eşit davranır: iyiye de – kötüye de, özgür iradesi olanlara da - yaptıklarının sorumlusu olmayanlara da, ve doğal içgüdülerine göre hareket edenlere de. Yaratan tüm yaratılanlara karşı aynı tutumda davranır ve bu nitelik de yaratılanlarına mutluluk vermek prensibiyle işlemektedir.
Bu tutum kişiye hayatının son yıllarında bariz olmaz, ya da Son Islah’dan sonra ve ayrıca her hangi yarım, eksik bir tutum da değildir. Yaratan tarafından hiç bir şey değişmez. Böyle bir nosyona maneviyatta kanun/yasa denir, şöyle ki Üst Işık daimi olarak her zaman mutlak sükûn, hareketsizlik konumundadır. Başka bir deyişle: Yaratan tüm insanlara yönelik, hem iyi hem kötülere, iyiliksever ve mükemmeldir, “İyi olan iyilik yapar.” Tüm yaratılışı yönelik bundan başka hiç bir tutumu yoktur.
Ancak, “İyi olan iyilik yapar” tanımında kendimize yönelik kullanımımızla Yaratan’a yönelik kullanım arasında çok büyük bir fark vardır. Yaratan’ın amacı bizlere “İyi olan iyilik yapar” tutumuyla davranmaktır ve bizleri bu özel ve mükemmel koşula getirmek istemektedir. Yaratan bizlere bu noktadan davranır, bu düşünce’den. Ancak bizlerin nitelikleri mutlak iyiliğe zıt olduğu sürece ve bizler en bozuk ve alçak seviyede olduğumuzdan, en içler acısı halde, bizler sanki bu yüce noktadan, düşünce’den bizlere kötülük geliyormuş gibi hissediyoruz.
Bu kategorileri Yaratan’ın iyi ve kötüyü gördüğü şekilde anlamaya yaklaştıkça, Yaratan’dan gelen iyiliği daha net bir şekilde hissederiz.
Bir bananın oğlunun bilim adamı, aktör, müzisyen, politikacı bir lider olmasını istemesi gibi… En önemli ve bilinen bir kişi, sanki bir Kral’ın oğluymuş gibi. O zaman baba oğluna birçok farklı şekilde, en iyi ve doğru metotları kullanarak gerekli olan her şeyi öğretir. Ama oğlu babasını yol gösterimini zorbalık ve baskıcı olarak görür.
Oğlu gençken, henüz aklı, anlayışı ve zorla bir şeyi edinme durumunda olduğu bilinciyle gelişmemiştir, neden bunların hepsi eğitimi için geçerli… Oğul babasını bir türlü haklı görememektedir; bu yüzden ona “kötü olan” (günahkar) denir. Babasına cani der, çünkü yaşının seviyesindeki şeylerle oynamasına izin vermez ve sürekli kendisini daha da iyileştirmesi için zorlar.
Ancak baba oğluna yaptığı her uygulamayı sevgiyle yapar ve yaptıklarından dolayı oğlunun çektiği sıkıntıları gördükçe kendisi bundan daha fazla acı ve hüzün duyar. Ancak babasının başka bir seçeneği yoktur; oğlunu en yüce seviyeye yetiştirmeli ve en iyi koşula getirmelidir. Oğlunu gelişmemiş bir şekilde sadece oyuncaklara oynarken mutlu olduğu bir halde bırakamaz.
Dolayısıyla oğul, kendi hayatını Cehennem gibi hissetmeye başlar ve top oynamak sanki onun için Cennettir. Ama babası her şeyi farklı görür. Bu koşulda ne yapılacak?
Oğlunun önüne ulaşması gereken bir amaç var: Yaratılışın Düşüncesi’ni edinmek, bu yaratılanları mutlu etmek demektir ve o zaman babasıyla hem fikir olabilir. Oğul babasının bu yaptıklarına anlam veremese bile onun dediklerini yerine getirir; kabul etmek için kendisini zorlarlar, görür ki başka çıkış yolu yoktur: babası kendisinden daha yetişkin olduğu için onun dediklerine uymak zorundadır, zira babası hem erdemli hem de yücedir. Bu demektir ki oğlu şu anki bildiğinin üzerine çıkmaya çalışmaktadır, Yaratan’dan ve O’nun tasarımından uzak haldeyken. Yoksa oğul Cehenneme gider.
Kişi Yaratan’ın varlığını hissettiği zaman iç hisleri çok kuvvetli, canlı, yoğun ve berrak olur. Kişinin içerisinde formasyonlar oluşturur, imajlar ve resimler. Aslında, Kabala kitapları bunlarla doludur. Kişi henüz manevi bir edinimi, manevi his ve algısı olmadan bazı dünyevi ve tümüyle yanlış imajlar hayal eder. Bu imajlar kişinin sadece aklını karıştırır. İnsanoğlu maneviyatın Yaratan ile insan arasındaki ilişkisi ve Yaratan’ın yaratılanın içerisinde algılanması olduğunu hala anlamamakta ve kafasında bir sürü imaj ve hayal yaratmaktadır. Bizler Yaratanı algılamadan manevi bir dünya var olamaz. Üst Dünyalar dediğimiz şeyler Realiteyi saran ve dolduran düşünce’nin (Yaratan) içimizde uyandırdığı ruhani hislerdir.
Bu tür hisleri içimizde keşfederek, Yaratan’ı bu dünyada ifşa ederiz, aramızda, başka bir âlemde değil.
Kafamızda imajlar, resimler ya da mabut, ya da ruh tarzı imajlar oluşturmak yasaktır, çünkü bu tür şeyler yoktur ve kişi bunlara inanarak gerçeği algılamaktan daha da uzaklaşmaktadır. Bu unsur Baal HaSulam’ın kitaplar yazmasına neden olmuştur. Ancak, tüm çabasına rağmen kitaplarının sadece bazı bölümlerinde kişinin kafasında imaj yaratamayacağı şekilde anlatımlar ve tarifler yazabildi. Özellikle “Zohar Kitabına Yorumun Merdiveni” kitabında Baal HaSulam, Kabalistik bir dil kullanarak, Sefirot, Partzufim, basamaklar, dünyalar ve perdeler gibi nosyonlar kullanmakta ki kişinin aklı imajlara kayıp karışmasın diye. O biliyor ki burada yazılanlar perde vasıtasıyla yaratılanın Yaratan ile olan ilişkileri, Yaratan’a ihsan etmek isteği ve Yaratan’ı sevmek arzusu.
Ancak Baal HaSulam’ın yorum getirmediği yerlerde sadece Aramikçe’den İbranice’ye tercüme yaptı ve dolayısıyla kişinin aklı karışmakta. Kişinin aklına bir sürü hayal ve imaj, resim gelir ve bunların hiç birinin maneviyatla ilgisi yoktur. Her kim realiteyi beş duyusuyla algılıyorsa manevi dünyayı da bu aynı beş duyusuyla algılar.


Soru: Herhangi bir kişi bu makaleyi okuduktan sonra şöyle bir sonuca varıp: “nasıl olsa Cennet ve Cehennem yok gidip istediğim gibi eğlenmeme bakiyim” diye bir sonuca varabilir.
Cevap: Doğru, insan elbette eğlenebilir. Gitsin keyfine baksın… Eğlenebildiği kadar eğlensin… Daha önce Cennet ve Cehennem kendisine bir şey yapması için baskı mı yaptı? Maneviyata yaklaşan bir kişi maneviyata Cehenneme gideceğim korkusuyla gelmez. Kişi insanları öldürüp, Cehennemden korkup Cennete gitmeyi arzulayabilir. Ya da, kişi dünyevi hayatında bir sürü iyi davranışlarda bulunabilir, örneğin hayır yardımları yapar, fakirlere yemek dağıtır, arkadaşına komşusuna yardım eder, hayvanları korur… Bu davranışlarının hiç birisi kişiyi maneviyata, Yaratılışın amacına yaklaştırmaz. Yaratılışın amacı Yaratan’a benzemektir, bu dünyada sadece insanlara şefkatli davranmak değil. Bu tür iyilik yapma hevesiyle insanoğlu çok büyük hatalar yapmıştır. Bakın Ruslar neler yaptı, komünizm inşa etmek istediler, sonuç ne oldu? Ve kendileri için iyilik yapmak isteyen ve “Kibbutzim” (İsrail’de komün hayatı yaşamak amacıyla bir araya gelen bir grup insan – oluşturdukları köy, kasaba tarzı yerde komün hayatı yaşayan bir grup insan) leri oluşturan o hevesli insanlara bir bakın?
Eğer gerçekten iyiliğe gelmek istiyorsak, şunu anlamalıyız ki “iyilik” eşittir Yaratan. Tıpkı bir çocuğun kendine göre iyi olanın ne olduğunu anladığı gibi, ama babasının iyi olarak tanımladığını öğrenmesi gerektiği gibi. Bu şekilde ilerlersek kafamız karışmaz ve yolun tersine gitmeyiz. Yoksa kişinin tüm hayatı kâbusa döner, zira karşı koydukça babası sürekli kendisine bağırıp çağırmak zorunda kalacaktır. Böyle bir hayat kişi için cehennemdir. Şu anki modern Kabala ilmi anlayışımızla bu ilmi net, konsantre bir formda şu soruya cevap verecek şekilde sunuyoruz: “kişinin hayatının manası ve amacı nedir, kişi neden yaratıldı, insanlar neden ızdırap çekiyor, nasıl acı çekmekten kurtulabilir ve mutlak şefkatle gelebiliriz, sükuneti ve sonsuzluğu burada nasıl edinebiliriz, bu hayatta, şimdi.” Her halükarda insan doğası neredeyse herkesi hayatın anlamına bir cevap bulmaya itecektir. Sonuç olarak doğanın baskısı arttıkça, bu soru herkesin içinde sürekli tutuşacak.
Baal HaSulam’ın “son nesil” dediği nesil bizim neslimiz – Mesih’in nesli. “Son nesil” ne demektir? Kimse mucize falan beklemesin demektir. Manevi hocalarımızın tavsiyelerini uygulamalıyız. Zira zaman da bir faktördür. Bugün olmazsa, bir gün ya da iki gün sonra, koşullar kötüleştiği zaman, Yaratılışın Düşüncesi ile aramızdaki mesafe arttığı zaman ve bu koşullarda çok daha fazla acıya ve ızdıraba tahammül etmek zorunda kalacağız. Bu nedenden dolayı kişinin acele etmesi iyi bir şeydir. Başımıza gelen tüm kötü olaylar sadece Yaratılışın amacını yanlış anladığımızdan kaynaklanıyor.
Sanmayın ki bu dünyadan daha kötü bir yer var. Burada gerçek Cehennem var ve bundan daha korkunç bir şey yok.
Cehennemi bizi Yaratan’dan ayıran bir takım kötü güçler olarak tanımlayarak, sadece aklımızı daha da karıştırıyoruz ve kendimizi yoldan çıkartıyoruz ve Yaratan’a yönelik çalışmıyoruz, bizi daha da sükûnet ve sonsuzluğun yolundan uzak tutmakta ve bu hayatımızı ölümden beter yapmaktadır, Kabalistler önce bozuk olan arzuları ifşa ederler ve sonra ıslaha başlarlar. Bu bozuk, kirli arzulara, hayvansal heveslerimize Klipot (kirli güçler) denir ve maneviyatta buna “Cehennem” denir.


Soru: O zaman hayatı boyunca yaratılışın amacına ulaşamamış bir kişi, buna önceki reenkarnasyonları dâhil, bu dünyada daha büyük acılara maruz kalmaktadır?

Cevap: Kişi bu dünyada yaşarken, Babasının kendisinden talep ettiği her şeyi yaparak O’nun seviyesine ulaşana kadar, yani, Yaratan’ın seviyesine gelene kadar, başka bir deyişle, Yaratan’la bütünleşene kadar, bu dünyaya reenkarne olaraktan geri gelmek zorunda.
Cennet ve Cehennem koşulları hem Yaratan hem de insanın kendisi tarafından tayin edilir. Bu iki formu doğru şekilde bir araya getirerek bir bütünlük oluşturmak gerekmektedir.
MİCHAEL LAİTMAN

22 Şubat 2010 Pazartesi

Yaşamın Kıyısından: PALYAÇO YAŞAMLAR


Mutsuzluğunuza makyaj yapsanız ve hatta kendi içinizi yani egonuzu anlık olarak rahatlatsanız bile derinlerde bir yerde mutsuzluğunuz aynalara yansıyor.


Yarattığınız ilüzyon hayatın içerisinde, hiç bir sorun yokmuş gibi, bilincinizi buna inandırarak (bu da egonuzun bir kandırmacasıdır) ruhsal açlığınız ile başbaşasınız.


Bu boşluğu pahalı elbiseler, tatiller, arkadaş yemekleri, alışveriş ya da kozmetik daha da açığa vuruyor. Siz, bunlarla ruhunuza yama yapmaya çalışırken, uzaktan gözlemleyen biri için içsel boşluğunuzu ele veriyor.


İlişkinizdeki tatminsizliği hazmedemeyen egonuz, her şey yolundaymış ve güçlüymüşsünüz gibi bir imaj çizerek size sadece hayali bir dünya çiziyor. Fakat, tutkulu bir okşanmaya aç olan ruhunuz bir yerlerde yavaşça ölüyor.


İş yerinizde sorunları göz ardı ederek, aslında ben burda mutluyum diye hoşnutsuzluk duyduğunuz bir koşulu, sanki siz istiyormuşsunuz gibi egonuz önünüze koyuyor. Siz de afiyetle yiyorsunuz.


Yaşamınızda belki de pek çok yeteneğinizi körelttiğiniz için yetenekli insanlara içten bir gıpta ile bakarken, "yok canım ben bu hayatı istedim işte" diyerek sizi var olan koşullara karşı savunmaya iten de egonuzdur.


Bu bağlam da hiç de güçlü birisi değilsiniz, çünkü sizi egonuz acımzasız bir şekilde yönetiyor. Bir ilişkiyi bitirememe veya sürüncemede bırakma nedeniniz bunu bir yenilgi olarak adlandırmak ve asla kabul etmemek. Aslında kendinizi bir hapishaneye mahkum ediyorsunuz ve dışarıdaki dünya elinizden kayıp gidiyor.


Bambaşka bir yaşamı içinizin bir yanı arzularken hatta daha iyilerini hak ettiğinizi düşünürken, sizi hala bu koşulda tutan nedir? Ego...Çünkü almayı sever...Sahip olmayı...Sahte zaferler ile sizin benliğinizi oyalar...Ve bir bakmışsınız ömrün artık kırk yaşından sonraki zaman dilimi geldiğinde aynalardan bile gerçeği saklayamaz olmuşsunuz. Mutluluk maskesi düşüvermiş suratınızdan...Orda da ego yine devreye girip, "napalım kader buymuş" gibi sizi avutan sözlere başvurur. Hayır, kader sizin seçimlerinizin sonuçlarından oluşan bir bütünlüktür. Ve başınıza gelen her şey sizin eserinizdir.


O halde mutsuzluğunuzu makyajlayan egonuz ile yaşayın...


Ya da büyük bir cesaret gösterip yaşama makyajsız çıkmayı deneyin ve gerçeğe ulaşın...


22.02.2010
BURCU A.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Kelam Damlası: MISIR'I TERK ETMEK...


Kutsal kitaplarda hep bir hikaye vardır hani, hepimizin aşina olduğu...Musa, Tanrı'dan aldığı emirle yanındaki İsrailoğulları ile Mısır'dan göç eder...Yaklaşık dört yüz yıllık kölelikten sonra firavun diyarını terk etme anı gelmiştir.

Çoğumuz-özellikle dinsel seviyelerde- bunu bir sembolik hikayeden ziyade hakikat olarak ele alır ve olayı Tanrı'nın insanlara acıyıp artık özgürlük verdiği şeklinde kısıtlı bir açıklama ile anlatırız.

Ne var ki mana ilmi burda büyük bir açılım yapıp, görünmeyenin ardındakini görünür kılarak bizlere hikayede anlatılmak istenenin özünü verir. Bu da bizlerin ruhsal gelişimi açısından kilit noktalardan birini daha aydınlığa kavuşturur.

Hazırsanız, ilk manayı vereyim: Mısır, bir diyar değil insanın "ego"sunun sembolüdür.Yani, İsrailoğulları (önceden de belirttiğim gibi Tanrı yolunda, doğru yolda yürüyenler anlamına gelir) bir ülkeden değil kendi egolarından göç etmek, onları nefislerine kölelik ettiren diyarı terk etmek zorundaydılar.

Mısır, bizim egomuzu besleyen ve alma arzumuzu iyice kabartıp bizleri doyumsuz bırakan maddi dünyadır.

Bir düşünün, günde kaç kez ruhsal olarak Mısır'a sürgüne gidiyorsunuz? Belki de yaşantınız boyunca Mısır'da kölelik yaptınız. Bilgisayarınıza bağımlı oldunuz, siz ona egemen olacağınıza o sizi yönetti. Ruhsal açlığınızı egonun anlık doyum sağlaması adına alış veriş yapmakla gidermeye çalıştınız. Sonunda da kredi kartı borçlarınız kabardı. Veyahut, ilişkinizin/ evliliğinizin bittiğini içinizde bir yerlerde anlamınıza rağmen, kendiiz bir ilüzyona kaptırarak veya "benim olan benimdir" diyerek egonuza yenik düşüp senelerce Mısır'da tutsak kaldınız. Peki tüm bunların size getirisi ne oldu? Hiç bir şey...Yani ruhsal manada kelimenin tek anlamıyla hiç bir şey. Maddi dünyadaki sonucu ise kara bir delik gibi her şeyi içine çekmesine rağmen doymak bilmeyen bir arzu krizinden ibaret oldu.

O halde, birinci koşul Mısır'da var olduğunuzu kabullenmek. Sonrasında ise kendi putlarınızın farkına varabilmek. (putunuz alkol olabilir, internet, acıma duygusu, öfke, alışveriş,vb. herkesin kendine has birkaç putu vardır). Ve sonunda Musa'nın yaptığı gibi içinde bulunduğunuz diyarı terk edin. Kısacası egonuzu tanımlayıp egonuz ve onun size kurduğu ilüzyon bir madde dünyasından çıkıp özgürlüğe giden yolda ilk adımınızı atın.


Burcu A.

19 Şubat 2010 Cuma

Kitap: Kabala'ya Göre Sevgi, Düşler, Acı, Suçluluk

NOT: Kabala eğitimi almasanız bile rahatlıkla anlayabileceğiniz şekilde mana'nın size sunulduğu bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Burcu A.

“İnsanın yaşamda karşılaştığı sorunların, karmaşa ve ıstırapların tümü gelip geçicidir, dış etkenler tarafından meydana getirilir” diyen Yehuda Berg, Kabala’ya göre sevgiyle ve rüyaları doğru yorumlayarak her türlü acıdan ve suçluluk duygusundan kurtulmanın, yaşamın yeniden kurulmasının mümkün olabileceğine dikkat çekiyor…
“Kabala’nın gücü Işığa giden nihai yoldur. Kutsal Kâse arayışında gerçek bir yaşam stili vahiyidir.” -Sir Laurence Gardner, tarihçi
“Kabala evrensel bir kişisel gelişim sistemidir.” -The New York Times

YEHUDA BERG, Atanmış bir Rabbi ve uluslararası üne sahip bir Kabala otoritesi olan Berg, aynı zamanda Kabbalah Center’larda öğretmenlik yaparak dünyadaki milyonlarca insana Kabala’nın bilgeliğiyle araçlarının ulaştırılmasında çok önemli bir rol oynuyor.

16 Şubat 2010 Salı

Kelam Damlası: Kainat: Formüllerin Ahengi


"Kaderim bu ne yapayım." düşüncesinde misiniz? Veya "herşeyi ben yaratırım" tarzı bir yaklaşımınız mı var? O halde, mana ilmi açısından size şöyle cevap verebilirim: "Hem evet hem hayır."


Yaratan'ın en büyük kitabı olan Kainat'a göz attığınız vakit her şeyin mükemmel bir formül silsilesinde işlediğini görebilirsiniz. Örneğin suyun kaynama derecesi bellidir, 100 derece. Siz eğer 80 derecede ateşi söndürürseniz o su tam kaynamaz ve içeceğiniz çay veya kahveden de keyifli bir tat alamazsınız. Bir incir ağacının meyve vereceği zaman ve koşullar bellidir. Ocak ortasında meyve veren bir badem ağacı da yoktur. Çünkü Yaratan'ın sisteminde onun da kendine has formüle edilmiş bir zamanı vardır.


Şehir içinde saatte 250km hızla gitmek imkanzsız değildir. Buyrun, geç bir vakit caddede bunu deneyin. Fakat, önünüze çıkabilecek araç veya insana çarpma olasılığınız ve bu kaza sonucu bir ölüme sebebiyet verme riskiniz formüle edilen sistemde oldukça yüksektir. Hatta kendi canınızdan olma rizikosunu da buna ekleyelim.


"E ne güzelmiş o zaman hiç çaba göstermeyelim, herşey olurumda gidiyor kainatta." diye düşünebilirsiniz. Öyle mi acaba? Bir aslan karnını doyurmak için sizce ne yapıyor? Avlanıyor. Peki bir karınca tüm yaz ne yapıyor? Yiyecekleri topluyor.Kısacası aksiyona geçiyorlar. Her şeyin belli bir nizamda olduğu bu evrene dikkatli gözlerle bakarsanız, kendi köşesinde oturup mucize bekleyenlerin her daim elleri boş kaldığını görürsünüz. Çünkü, her şeyden önce Yaratan, kendi dişil yönünde aksiyonun kendisini barındırır.


O halde, iş bulamıyorsanız, önce oturup bir kendizi sorgulayın. Çok mu seçicisiniz, yoksa gerekli gayreti göstermiyor musunuz? Belki de alanınızda eksiklikleriniz var ve önce bunları gidermeniz gerekecektir. Veya sürekli yanlış seçimler yapıyorsanız hayata dair, yine gözünüzü kendi içinize çevirin. Bir kere şunu bilin ki günah veya yanlış diye bir şey yok. O an da var olduğunuz ruhsal seviyede yaşamanız gerekeni yaşadınız. Çünkü algınız ve kabınız yani niyetinizin gücü ancak o kadardı. Fakat, bu her daim öyle kalacağınız anlamına da gelmemeli. Eğer ki yaşamınızdan şikayetçiyseniz, kendi seviyenizi yukarıya çekerek, bir süre sonra yaşamsal seçimlerinizin de evren tarafından daha iyiye taşındığını göreceksiniz. Düşündüğünüz veya yaptığınız her şey sistemde bumerang etkisi yapıp sizlere geri döner. Sürekli işe yaramaz biri olduğunuzu düşünmek size sadece bunu ispatlayacak koşullar ürettirir. Yaşamın çekilmez bir yer olduğuna inanıyorsanız, evren bunu size ispatlayacaktır. Çünkü zihniniz bütünün küçüçük bir negatif yanına takılı kalmıştır. Halbuki, ne vakit siz kendi bakış açınızı olumluya çeker ve disiplinli bir şekilde ruhunuz üzerinde çalışırsanız, o vakit, bütünün muhteşemliğini algılayabilirsiniz. Yaratan'ın harikulade formülasyonunu görebilir ve bu kainat içerisinde bütünle olan bağınızı keşfedebilirsiniz.


Bu noktadan sonra kaderinizi var olan formül sisteminde arzuladığınız gibi inşa etmek sizin elinizdedir.


Burcu A.


14 Şubat 2010 Pazar

Bilge Katresi: Mesneviden Seçmeler


*Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.
*Susuzlar suyu arar, su da susuzları.
*Hakk'a dalan doymaz, daha çok dalmak ister.
*Âşıkların hayatı ölümdür.Gönül , gönül verilerek alınır.
*Ucuz kazanan, ucuz verir.İnci çocuğun eline geçerse onu bir somun ekmeğe satar.

12 Şubat 2010 Cuma

Kelam Damlası: Tövbe: İçsel Transformasyon


Tövbe denilince aklımıza hemen dinsel seviyedeki kimi dualar eşliğinde yapılan eylem veya verilen söz gelmektedir. Fakat, mana ilmi açısından tövbenin daha derin ve insanı hayatta bambaşka bir faza taşıyan anlamı vardır.


Hiç düşündünüz mü, tüm peygamberler insanlığı tövbeye çağırmıştır. Hatta İsa'nın ilk vaazı da şöyledir: "Tövbe edin, göklerin egemenliği yakındır." Peki nedir bu tövbe? Salt bir -meli, -malı listesinden oluşan bir dua mıdır, yoksa herhangi bir ibadethanede gözyaşı dökerek icra edilen kimi hareketler midir? Veyahut Tanrı'ya verdiğimiz bir söz müdür? Ama, dinlerde bunun kolaya kaçan bir yanıda var ki ne kadar bozsanız da binlerce kez tövbe etme hakkınız var. Yani, o anki haleti ruhiyenizle tövbe edip bunu unutup bir daha edersiniz ve bu iş bir nevi çocuk oyuncağına dönüşür. Hah bakın güzel bir kelime yakaladık: "dönüşür." Bu tarz tövbelerle aslında siz hiç bir şeye "dönüşmezsiniz" ve davranışınızın özü de "değişmez."


Örneğin siz çok dedikodu yapan birisiniz. Bu da kimi vakit başınıza istenmedik işler açabiliyor. Sıkıştığınız yani kötü bir durumla karşılaştığınız ilk noktada hemen Tanrı'ya sığınıp tövbe ediyorsunuz. "Valla Allah'ım bir daha yapmayacağım." Fakat huylu huyundan vazgeçemiyor ve bir süre sonra yine dedikoduya başlıyorsunuz. Ve bu hikaye kısır döngü içinde gidiyor.


Halbuki, bizler Yaratan'ın suretiysek, onun özelliklerini kendi özgecil benimizde taşıyoruzdur. Bu manada, durup bir an içimize gözlerimizi çevirip neden dedikodu yapma gereği duyduğumuzu soralım. Hatta, dedikodularımızın genel olarak kimler ve ne hakkında olduğunu da bulursak önemli bir adım atmış oluruz.

Gözlemlere dayanarak söylemeliyim ki insanlar genelde iki nedenden dedikodu yaparlar. Birincisi, karşı tarafla konuşacak pek mevzunuz olmadığında ya da kendinizi birisi ile verimli diyalog kuracak kadar yeterli saymadığınız anda, araya kafadan atma sözlerde katarak yaptığınız dedikodu vardır. Peki, illa konuşmak mı gereklidir? İlla ki bir sohbet ortamında susmadan bir şeyler mi anlatmalı? İlla ki bir fincan kahvenin yanında anlatacak bir masalınız mı olmalı? Susarak da o anın tadını çıkarabilirsiniz. Ya da sadece karşı tarafı dinleyerek. Kendinizi üstün ya da dolu biriymiş gibi göstermeniz için sürekli bir şeyler anlatmanız gerekmez. Öyle bir insansanız bunu başkalarına kanıtlamanız gerekmez. Siz hiç doğada bir çam ağacının çam ağacı olduğunu kanıtlamaya çalıştığını gördünüz mü?

İkinci tür dedikodu ise başka kişilerin yaşamları veya karakterleri hakkında -çoğu vakit çekememezlik veya önyargı ile- yaptığımız söylemlerdir. "Ay biliyor musun falanca gitmiş yeni araba almış, nerden buluyorsa o kadar parayı?" " Aman canım kesin zengin birini bulup yoluyordur." Bu ve benzeri tarzda vaktimizi ve zihnimizi boşa harcadığımız söylemler...Önceki örnekteki konuşmada aslında dedikoduyu yapam iki şahısta kendi arabalarının olmasını veya yeni bir araba almayı istemektedirler. Fakat bunu yapamadılarından kendi egolarını başkaları üzerinden tatmine gitmektedirler. " Ne buldu o adamda, aman nesiyle evlendi ki?" Aaa, yoksa bunu söyleyen kişi bekar mı, acaba bir eş bulamadığından muzdarip olan egosu çamur atıp kendini düzleme çıkarmaya çalışmasın?


Bu arada bir şeyi daha yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Evrende her şey bumerang gibi bizlere geri dönüyor. Eğer siz biri ile bir başkasını çekiştiriyorsanız, bilin ki aynı şahıs başka bir zaman diliminde başka bir şahısla sizi de çekiştirecektir.


Peki, bu kadar detaylı örnekten sonra tövbeye geri dönelim. Dedikodudan muzdarip olunca geçip Tanrı'ya vahlanmanın bir faydası olmadığını anladık. Yapmanız gereken geçip sessiz bir yere kendi içsel benliğinize sormanız. "Bir dakika, ben bunu şunu dedim çünkü o an şöyle hissettim, peki neden öyle hissettim, hmm, demek kendimi şu konuda eksik bulduğum için kızgınlık yaşadım. Ama Yaratan her şeyi eşsiz yaratıysa ve ben olmam gereken yerdeysem böyle hislere kapılmam sadece bana zarar verir." Gördünüz mü? Nedene ve atılacak adıma ulaştık.


Ve bir şeyleri değiştirmeye başladık. Evet değişim...Ve kendi hareketlerimizi, bakış açımızı negatif güçlerden kurtarıp pozitife çektiğimizde başka bir ben'e dönüşmeye başladık. Ya da sadece tek bir konuda bunu yaşadık. Örneğin artık boş konuşmuyor ve başkaları hakkında tam kötü bir söz sarfedecekken susuyor ve kendimizi dinliyorsak, biz bu dedikodu konusunda ıslaha eriyoruz demektir. Kısacası tövbe etmiş oluyoruz.


Kabul ilminde tövbe, aslında aksiyon içeren bir kelimedir. Değişim ve dönüşüm manalarını barındırır. Kendinizde noksan bulduğunuz her ne ise, onu ele alıp ıslaha başladığınız noktada siz zaten iyiye olan niyeti beyan edip aksiyona geçmişinizdir. Yani tövbe etmişinizdir. Bu sebepten İsa, insanlara değişin ve Yaratan'a dönüşün dedi. Musa, İbrahim, Muhammed ve pek çok peygamber tüm insanlığı değişime davet etti. Yaratan'ın ışığını giyinerek özgecil benimize dönüşümümüzdür asıl tövbe...


Noksan olduğunuz bir yönünüzü bulup en azından bu hafta onun üzerinde içsel bir çalışma yapmaya başlayabilirsiniz ve tövbeniz de o an da devreye girmiş olacaktır.


Burcu A.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Geldin Dünyaya

Geldin dünyaya sevgi sunmaya, kaybolmuş olan beni bulmaya

Gel efendim gel efendim gel tut elimi

Ben senin benliğinde buldum kendimi

Geldin dünyaya barış olmaya, karanlık içinde beni almaya

Al efendim al efendim al benliğimi

Ben senin benliğinde buldum kendimi

Geldin dünyaya haça çıkmaya, sonsuzluk denizinde beni sarmaya

Ah efendim ah efendim ah bu ne sevgi

Sevginin yüksekliğinde sundun kendini.

Seslendiren: Sibel Üçal

1 Şubat 2010 Pazartesi

Ayet İncisi


Kardeşlerim, biz öğreticilerin daha titiz bir yargılamadan geçeceğimizi biliyorsunuz; bu nedenle çoğunuz öğretici olmayın. Çünkü hepimiz çok hata yaparız. Eğer bir kimse sözleriyle hiç hata yapmazsa, bütün bedenini de dizginleyebilen yetkin bir kişidir. Bize boyun eğmeleri için atların ağızlarına gem vurursak, onların bütün bedenlerini de yönlendirebiliriz. Bakın, gemiler de o kadar büyük olduğu ve güçlü rüzgârlar tarafından sürüklendiği halde, dümencinin gönlü nereye isterse, küçücük bir dümenle o yöne çevrilirler. Bunun gibi, dil de bedenin küçük bir üyesidir, ama büyük işlerle övünür.Bakın, küçücük bir kıvılcım ne kadar büyük bir ormanı tutuşturabilir! Dil de bir ateş, bedenimizin üyeleri arasında bir kötülük dünyasıdır. Bütün varlığımızı kirletir. Cehennemden alevlenmiş olarak yaşamımızın gidişini alevlendirir. Her tür yabani hayvan, kuş, sürüngen ve deniz yaratığı insan soyu tarafından evcilleştirilmiş ve evcilleştirilmektedir. Ama dili hiçbir insan evcilleştiremez. Dil, öldürücü zehirle dolu, dinmeyen bir kötülüktür. Dilimizle Rab'bi överiz. Yine dilimizle Tanrı'nın benzeyişinde yaratılmış olan insanlara söveriz. Övgü ve sövgü aynı ağızdan çıkar. Kardeşlerim, bu böyle olmamalı. Bir pınar aynı gözden tatlı ve acı su akıtır mı? Kardeşlerim, incir ağacı zeytin, ya da asma incir verebilir mi? Aynı şekilde, tuzlu su kaynağı tatlı su veremez.


Yakup 3. Bölüm

Bilge Katresi:Mesnevi'den Seçmeler


*Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır.(Usturlab: Güneşin yüksekliğini ölçen alet) Dilin tefsiri pek aydınlatıcıdır. Fakat dile düşmeyen aşk, daha nurludur .
*Vakit keskin bir kılıçtır. Sufi, vakit oğludur. Yarın demez, anı değerlendirir.
*Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir. Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.

*Manâ yüzünden yükselmek, temiz ruhlara nasiptir .

*Putların anası nefistir.

*Akarsu nerdeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.

*Üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran ve mezhebin .

*Birkaç gün su içmeyi bırak. Ağzını ebediyet şarabına daldır ki hakikât içesin.
MEVLANA

Kelam Damlası: Etki ve İlgi Alanı Arasındaki Fark


Hiç, gün boyu ya da yaşam boyu sizi endişelendiren ve sıkıntıya sokan olayları oturup bir gözden geçirdiniz mi? Eğer yapmadıysanız, lütfen, bir on beş dakikanızı ayırıp düşünün derim.

Çünkü, kaygı duyduğunuz pek çok şey sizin ilgi alanınızda yer almaktadır. Peki nedir bu etki ve ilgi alanı?


İlgi alanı, sizlerin dışında gerçekleşen olaylar silsilesinden ibarettir. Daha net bir anlatımla, sizin direkt olarak müdahale edemeyeceğiniz ve değiştiremeyeceğiniz olaylardır. Bunun aksine, etki alanı ise, sizin içinizin aynasıdır ve sizi siz yapan şeylerdir. Yani, rahatlıkla kontrol sizin elinizdedir. Örneğin, tarih sınavından geçer not alabilmek sizin etki alanınızdır. Çünkü, dersi dinler ve düzenli bir şekilde çalışırsanız, bunun doğal sonucu olarak başarıyı elde edersiniz. Ancak, sevgilinizin daha sıcak davranmasını istiyorsanız, bu sizin ilgi alanınızdır. Neden mi? Çünkü, sevgilinizin düşüncelerinin içine girip bir değişim yaratamazsınız. Bu, onun etki alanıdır fakat sizin ilgi alanınızda kalır.


Ama, gelin size iyi bir haber vereyim. Şunu sorduğunuzu duyar gibiyim de: "E, biraz önceki sevgili örneğindeki gibi, ilgi alanımıza hiç bir müdahalemiz olmuyor mu?". Dedim ya iyi haber vereceğim diye, evet oluyor. Tabi, bu belli bir disiplin ister. Nasıl mı? Yine etki alanınızda iş bitiyor. Eğer siz, sevgilinizin daha sıcak ve ilgili davranmasını istiyorsanız, önce siz kendi etki alanınızda çalışıp kendiniz sıcak ve ilgili biri olmalısınız. Bırakın pozitif enerjiniz etrafa dalga halinde yayılsın...İnanın, samimi bir inançla gelen pozitif ışıktan herkes olumlu bir şekilde nasibini alır.

Bizler, genelde, hep ilgi alanlarımızdaki olaylar adına gerilir ve kendimizi kötü hissederiz. Aslında, kişisel gelişimde bunun için verilen örnek çok doğrudur: Hava yağmur ve fırtınalı ise hemen ruh halimizde somurtuk ya da negatife döner. Yani, ilgi alanından etkileniriz. E, peki havayı biz mi değiştireceğiz? Hem evet hem hayır. Elbetteki fırtınalı bir günü güneşli duruma getiremeyiz fakat etki alanımıza dönerek kendi ruhumuz üzerinde çalışıp "ruhsal havamızı" günlük güneşlik tutabiliriz:)

Bunu daha genele de yayabiliriz. Hani, herkes oturur da çay sohbetlerinde ya da rakı sofralarında "ne olacak memleketin hali" diye ilgi alanları adına vahlanırlar ya...İşte, herkes kendi etki alanında çalışıp kendini ruhsal manada disipline edebilse, bu kelebek etkisi yapıp, pek çoklarına ışık gibi yayılır ve kurtarılması gereken bir memleket de kalmaz ortada. Çünkü, o memleket, en azından çoğunluğun katkısı ile, yaşanabilir bir yerdir artık.


O halde bu hafta hepimiz etki alanlarımıza daha çok konsantre olup bunun uzun vadedeki bize olumlu dönüşünü görmeye çalışalım.


Burcu A.