22 Ekim 2010 Cuma

Bilge Katresi: Mesnevi'den...


*Renklerin aslı renksizlik, savaşların aslı barıştır.

*Kadere az bahane bul. Suçunu niye başkalarına yüklemeye çalışırsın?

*Akıllılığa doydum, ben artık deliliğe aşığım.

*Arayan nihayet bulur, kurtuluş sabırdan doğar.

*Zikir fikri titretir, harekete geçirir. Zikri fikrine güneş yap .

10 Ekim 2010 Pazar

Kelam Damlası: Kuraklık Deneyimleri


Kuraklık, bizlerin yaşamda karşılaştığımız test anlarının mana yolundaki sembolüdür.

Bir anda kendinizi mali sorunların eşiğinde buluverirsiniz. Ya da çok sevdiğiniz bir arkadaşınızın iftirası ile karşı karşıya kalırsınız. Veyahut çoğumuzun, yaşamımızın belli vakitlerinde kullandığı bir kalıp vardır:" Hep benim mi başıma geliyor?"

Birincisi, inanın hep sizin başınız değildir allak bullak olan.Yeryüzündeki her insanoğlunun kuraklığa mahkum olduğu anlar vardır.İkincisi, kuraklık zamanınızda size inen yargı- ki bu karşılaştığımız sorunu simgeler- sadece ve sadece sizin ruhsal gelişiminiz adına mevcuttur.

Yargısızlık ise durma anıdır. Diğer bir deyişle gelişme yoktur. Şöyle bir insan düşleyin- hatta toplumun kimi katmanlarında mevcuttur bu şahıslar: Maddi sıkıntıları yok, kaygıları yok, beyinlerini kurcalayan "niye burdayım, evren ile alakam nedir?" gibilerinden ruhsal gelişime ışık tutan soruları yok, bir elinde cımbız diğer elinde ayna, umurunda mı dünya misali yaşayan kişiler...Eh burada bir gelişim mevcut mudur sizce? Asla. Çünkü, kendi yaşamınızı da gözden geçirdiğinizde, şunu fark edeceksiniz ki, değişimler, kaoslardan sonra meydana gelir. Ve eğer hayatınızda kaos mevcut ise, bunun öncesinde mutlaka bir yargı vuku bulmuştur ki kuraklık dönemine girmişsinizdir. Tıpkı sürgün deneyimlerinde olduğu gibi, insanın en çok kafasını çalıştırıp çıkış yolları aradığı bir edinim sürecidir bu evre...Ve bunun içindir ki gerek dinler gerekse mana ilmi şunu söyler: "Doğru adam, yargılanır."

Yargılanır çünkü doğru adam Yaratan'ı oynayandır. Onun halefi olarak ruhsal manada tekamülünü tamamlaması adına, ruhen belli aşamalardan geçmesi gerekir. Buna yardımcı olan şey ise karşılaştığı negativiteler ve buna paralel olarak onun, negativite karşısında göstereceği tavırdır.

Somut bir örnek vermek gerekirse, hayatınız boyunca dedikoduyu sevdiniz diyelim. Belki kendi içinizde bunun zararsız olduğunu düşündünüz. Ve bir gün, evrene yolladığınız bumerang size "yargı" olarak geri döndü. ( Unutmayın, Tanrı sizi yargılamıyor, kainat formülleri gereğince siz yargıyı üzerinize çekiyorsunuz!) Çok güvendiğiniz bir arkadaşınız, kimsenin bilmemesi gereken bir sırrınızı "dedikodu" yaparaktan ortalığa yaydı ve bu sizde o kişiye karşı bir öfke, çevreye karşı ise utanç duygus uyandırdı. Bu kuraklık döneminizde, yapacağınız iki seçenek mevcuttur: Ya arkadaşınızla kötü bir şekilde ilişkinizi keser atar ve eski tas eski hamam hesabı, diğer şahıslarla bu kez onun dedikodusunu yapmaya devam edersiniz (ki bir başka yargıyı üzerinize çekmenize vesile olur) veya yaşadığınız edinimden bir ders çıkartıp kendinizi ıslah edersiniz. Ve ıslah ettiğiniz noktada ruhsal manada ufak bir aşamayı da katetmiş olursunuz. Bu ufak adımların toplamında ise ışık daha da büyüyerek hayatınıza pozitivite saçar.

Negatif eğilimleriniz Tanrı tarafından yargılanmaz çünkü negativitenin kendisi aslında yargıdır. Ve bir yargıyı üzerinize çektiyseniz, bunun ıslahı da sizin elinizdedir.Hani dinlerde söylenen hoş bir söz vardır: Tanrı, kaldıramayacağından fazlasını insana vermez. İşte, bu sözün arka planındaki mana burada yatmaktadır. Kısacası, başınıza gelen yargı, sizin sahip olduğunuz negativitenin değişmesi adına yine sizin tarafınızdan yaşamınıza girmektedir.Ayağınızı vuran bir ayakkabınız olduğunu düşünün: Ya ayakkabıyı çıkarır ya da yeni ayakkabı alırsınız. Fakat o ayakkabı ile yol gidilmeyeceğinin bilincindesinizdir. Çünkü siz gelişmişsinizdir lakin ayakkabı aynı kalmıştır.

Sabırsız insanlar yaşamlarının büyük bölümünde sabretmek zorunda kaldıkları bir şeylerle karşılaşırlar. Çabuk öfkelenen kişilerin çoğu bu öfkeyi güdüleyecek olayları üzerlerine çeker. Ve çoğumuz burada reaktiv yolu tercih ettiğimiz için, yargı da peşinden gelip bizi kuraklık dönemine iter. Ta ki biz bu negatif eğilimimizi ıslah edene kadar. Islah olunduğu vakit, yargı bir daha uğramaz. Çünkü, ruh, o belli konudaki eksikliğini tamamlayıp, ışığı saçarak, tekamül yoluna devam etmektedir.

BURCU AŞÇI

1 Ekim 2010 Cuma

Bilge Katresi: Özgür İrade




Bu dersin amacı: 1. “Ben” Kimim?

2. İnsanın özgür seçimi nedir?

Bu derste kim olduğumuzu anlamaya çalışacağız. İçimdeki “ben”i hisseden parça nedir? Bunu anladıktan sonra özgür iradenin ne olduğunu ve hayatımızı nasıl etkileyebileceğimizi anlayabiliriz.

Tarih boyunca insanoğlunun özgürlüğü için nasıl mücadele ettiğini gördük; kölelikten, ülkelerden, kişisel hak uğruna verilen mücadeleler vs. Bu sadece insanlar için değil, hayvanlar içinde geçerli. Hayvanları da kafeslere koyunca ne kadar mutsuz olduklarını ve nasıl yavaş yavaş öldüklerine tanık oluyoruz. Herkes özgür, mutlu ve bağımsız olmak istiyor.

Bağımsızlık nedir? Bu kelimeyi o kadar çok kullanıyoruz ki gerçek anlamının ne olduğunu unuttuk. Özgür olmayı isteyebilmek için, özgürlüğü her insanın elde edebileceğini varsaymalıyız. Özgürlük fikrinin içimizde yer edindiğini bilmeliyiz, yoksa özgürlüğümüzü edinmeyi arzulamamız nasıl mümkün olabilir ki? – Doğada hiç bir israf yoktur.

Zevk ve Acı: Ancak insanın davranışlarını gözlemledikçe, hep zorunluluktan hareket ettiğini görüyoruz. Peki, bu ne demek?

Eğer hepimiz mutluluk ve zevk almak için hareket ediyorsak, o zaman otomatikman acı veren her şeyden kaçıyoruz anlamına gelir ve mutluluk veren her şeyinde peşinden koşuyoruz demektir – tıpkı diğer hayvanların hepsinin yaptığı gibi. Hayvanlar bu şekilde anlık davranırlar, insan ise uzun vadeyi hesaplayabilir. Mesela bugün işe istemeyerek gidiyorum, bana acı veriyor – ama kafamda hesaplıyorum; gidersem para alacağım ve arkadaşlarımla eğlenebilecek param olacak ya da yemek yiyip başımı sokacak bir yere sahip olacağım. Yani çekeceğim acı alacağım zevkten daha fazla ise o acıya katlanabilirim. Bu hesapları hayvanlar da bizde sürekli menfaatimiz için yapıyoruz. Ne yaparsam daha çok menfaat sağlarım? Beni ne daha çok mutlu eder?

Genelliklede evdeki hesap çarşıya uymaz ve beklentimiz kadar ki mutluluğu elde edemez ve kendimizi kötü hissederiz – zarara mal satmış bir esnaf gibi. Dolayısıyla bu noktada hiç özgür irademiz yok. Eğer 10kg’lık mutluluk ile 20 kg. mutluluk arasında bir seçim yapmam gerekirse direkt olarak 2okg’ı seçerim, bu şekilde zevk ve acı arasında sürekli yönlendirilirim.

Eğer içimize bir bakacak olursak, beynimizin son derece gelişmiş bir makine gibi sürekli mutluluk edinmemiz için nasıl yüksek hızda hesap yaptığını görürüz.

Mesela başkaları uğruna hayatlarını bile verebilen insanlar var. Başkaları uğruna bu tür fedakârlıklar yapan insanları eskiden takdirle karşılardık. Ama artık biliyoruz ki akıllarında bir hesap vardı. O koşullar altında yaşamaktansa ölmenin daha makul olduğu hesabı; ülkem için yeterli her şeyi yapamadım korkusu ya da o insan olmadan hayatımın bir anlamı olmadığı düşüncesi ya da başka herhangi bir düşünce.

Hesabımız her zaman işin sonunda ne kadar elde edebileceğimiz. Hepimizin hesabı da her zaman farklıdır. Bazılarımız arkasını döner ve kaçar ve hiç kendini suçlu hissetmez. Bir insanın davranışı diğer bir insanın sergilediği davranışa tümüyle zıt olabilir. İki insanda tümüyle zıt davranmasına rağmen, ikisi de egoistçe bir hesap yaptılar. İki kişide en fazla nasıl kazanacağının hesabını yaptı, dıştan davranışları ve içten onları motive eden şeyler bize tümüyle farklı gözükmesine rağmen.

Hatta daha da ileri gidebilir ve bu iki kişinin de o koşullarda en çok zevk veren davranışı yaptığını söyleyebiliriz.

Ben kendi adıma mutluluğun ne olabileceğini aslında seçmiyorum, bunu içinde bulunduğum toplum benim için seçiyor. Toplum benim adıma her şeyin kararını veriyor; nasıl başarılı olmam gerektiğini, üniversiteye gitmem gerektiğini, hangi işte çalışmam gerektiğini, paranın güzel olduğunu, evleneceğim kadına kadar her şeyi etrafımdaki toplum dediğim yakın çevrem belirliyor. Nasıl giyineceğimden, oturup – kalkışıma ve hatta nasıl konuşacağıma kadar onlar belirliyor. Dolayısıyla çevrem bana uyum sağlamamın daha rahat etmem için ve az acılı olduğunu gösteriyor.

O zaman benim özgürlüğüm nerede? Neden bir “ben” olduğumu hissediyorum? Gerçekten özgürlüğüm yoksa o zaman acı ve mutluluk hisleri arasında oynatılan bir kukla değil miyim? Ne özgür ne de bağımsızım? Aslında istediğim bir şeyi yapmıyorum, dolayısıyla ödül veya ceza diye bir şey söz konusu değil; katilleri hapishanelere atmanın ve kahramanlara madalya vermenin bir anlamı yok.

Burada bir problem var ve basit bir problem değil; dindar insanlar Allah’ın her şeyi yönettiğini ve O’na güvenmemiz gerektiğini savunurlar, peki laik insanlar bu duruma karşı nasıl bir değerlendirme yapıyorlar? Hepimiz kör doğanın esiri miyiz? Kendini akıllı sanan, mantıklı ve erdemli, biz insan denilen yaratıklar arkasında hiç bir düşünce olmayan bir mekanizma tarafından itilip kakılıyor muyuz yani? Sonumuzun ne olacağı kim bilir?

Etken (Neden) Yasası

“Ben”i ve nereden geldiğini anlayabilmem için, doğadaki her şeyi dikkatle incelemem lazım; duran, büyüyen, yaşayan ve insan denilen tüm varlıkların davranışlarının nedenini ve etkisini anlamalıyım. Her yeni hal (durum) bir önceki halden kaynaklanır ve bir sonraki halin oluşmasına neden olur. Kendi halimizi anlamak için, şuan ki halimizin bir önceki durumunu ve nereye doğru gittiğimizi bilmemiz lazım, yoksa gerçeği hiç bir şekilde anlamamız mümkün olamaz. Nedensiz ve tecrübesiz, geçmişin ve geleceğin hislerini bilmeden insan ne yapacağını nasıl bilebilir ki?

Dört Faktör: Sitenin makaleler kısmında Özgürlük adlı makalede 4 faktör anlatılmakta. Bu noktada makaleye dönüp bu kısmı okumalısınız.

Bizim gerçek diye algıladığımız her şey yoktan yaratılan bir varlığın içinde var oluşunun anında yaratıldı.

Bu noktadan itibaren bizim gerçeğimizdeki her detay, düşünce, nesne dört faktör denilen safhada gelişerek son mükemmel, durgun halini alır. Buna biz de dâhiliz.

Özetle, dört faktör:

1. Temel

2. Temele bağımlı olan etken ve etki – temelin sabit karakterine endeksli özellikler

3. İç etken ve etki – Dış faktörlerle iletişim sonucu temelin etken ve etki vasıtasıyla değişmesi.

4. Temelin, dış nesnelerin veya güçlerin etken ve etki vasıtasıyla üzerinde etki yapması.

Kısaca her birini açıklayalım:

Temel:

Dediğimiz gibi doğada hiç bir şey yaratılandan sonra yaratılmadı, her şey bir önceki durumdan kaynaklanıyor. Yaratılışın ilk anında yaratılan özü dış değişimden geçer ve buna temel denir. Özün içerisinde mükemmel ve dengeli bir hal mevcuttur ve amacı budur – sürekli değişmeğe yöneltmek.

Doğal Olan Etken ve Etki:

Eğer ekilmiş bir parça buğdayın çürüyüp tohum oluşunu ele alırsak, buğdayın özü temelidir. Bu temelin içinde sabit değişemeyen karakteristikleri vardır. Buğdayın özü büyümüş bir başaktan tohuma dönüşebilir, çürük bir buğday tanesinden una ama asla bir bezelye tanesi ya da üzüm olamaz. İçerisinde bulunduğu düzende bir evrimden ibaret: çürüyor, büyüyor, olgunlaşıyor – büyümesi duruyor ve çürüyor vs. Örneğin su; su her zaman sudur içinde bulunduğu durum değişse bile, buhar da olsa, bulut da olsa ve yağmur olup nehirde olsa – özündeki hali hiç değişmez.

Dış güçlerin vasıtasıyla etken ve etki:

Eğer buğday örneğiyle devam edersek, buğdayın dış etkenlerden dolayı filizlendiği zaman kalitesinin farklı olduğunu görebiliriz. Güneş – su – toprak gibi etkenlerin tohum aynı olmasına rağmen ya kötü ya da bir tarla boyu altın sarısı ve olgun ekin verebilmesi mümkündür. Bu demektir ki üçüncü faktörde temelin karakterini etkilemekte. İkinci faktördeki etkilerin bir değişim yaratmamasına rağmen üçüncü faktörde kalitede ve miktarda çevre koşullarından dolayı temelde değişim olabilir.

Dış etkenlerin etkisi:

Dış etkenlerin buğdayla direkt bir bağı yok. Yağmur, nem, rüzgâr, etrafta yaşayan solucan ya da kurtları topraktaki mineraller vs.

Bu dört faktörün nasıl birbiriyle alakalı olup her hali nasıl etkilediklerini ve her halin yaratılışını nasıl etkilediklerini – miktar ve kalitenin belirlenmesindeki rolleri görmek gayet kolay. Bu bileşimler tüm varlıklarda olduğu gibi bizim içimizde de var.

İnsandaki 4 parça:

1. Temel – bir varlıktan diğer bir varlığa geçen ana madde, özü kişiye doğum veren anne ve babadan geçen zihinsel meyve olan akıl. Bu damla tohum içerisinde gizli güçler barındırır, tıpkı buğdayı geçirdiği değişimler gibi nesilden nesile doğal olarak geçer. Bunların sonucunda insanda farklı eğilimler oluşur ve bu eğilimler yüzeye çıkar: eleştirme eğilimi, materyalist eğilim, cimrilik, hoşgörü, cesaret, kıskançlık, utangaçlık, inanç vs…

Temel insanın uzantılı beyninde, bilinçaltında ve tüm eğilimler orada yüzeye çıkar. Eğilim ayriyeten mevcudiyetinin tersi olarak da yüzeye çıkabilir, dedikleri gibi babanın kalbinde gizli olan oğlunda ortaya çıkar.

Örneğin baba çok bonkör olmasına rağmen oğlu çok cimri olabilir. Anlamamız gerekir ki kabalada doğuma sebebiyet veren biyolojik bir babadan bahsetmiyoruz. Baba bir önceki haldir: BABA = BENİM BİR ÖNCEKİ HALİM!

2. Doğal olan sabit özelliklerim – insan çevresinin içine (toplum) ham olarak konulur ve tıpkı örnek verdiğimiz güneşten, sudan, topraktan etkilenen buğday tanesi gibi çevresinden etkilenir ve toplumun genel huyunu tecrübe edinip hisseder.

Örneğin insan cimri doğduysa toplumda bu huyunu kendisine makul kabul ettirecek davranışlar arar ve cimriliğin aslında iyi olduğunu ve bu huyun kendisinin her zaman bir parçası olduğuna kendisini inandırabilir.

Başka bir örnek; eğer toplumda her zaman bir numara olma ihtiyacıyla doğmuşsa kendisi için bir numara olmanın zengin birisimi ya da bir bilim adamı olmak mı olduğunu içinde bulunduğu toplum belirler. Toplumun etkisiyle ya bilim adamı olur ya da zengin olmanın yolunu sürer.

3. Alışkanlık Doğal Davranış Olur – bu dış etkenlerin huyları değiştirdiği anlamına gelir. Peki, ama nasıl değişiyorlar? Toplumun alışkanlıkları insanın içine işleyerek insanı değiştirir.

Toplumun alışkanlıkları ve hayat tarzı insanın içine işler. Örneğin sürekli yere tüküren bir insanı her tükürüşünde toplum tokatlarsa o kişi bu huyundan vazgeçer – çünkü acıya daha tükürmek aklına gelir gelmez hisseder. Böylelikle insanın eğilimleri değişir ve bazen bu değişim tersine de olur. Bu tür değişim buğday tanesinde söz konusu değildir çünkü bitkisel hal eğilimlerini değiştiremez.

4. Bu safha temelin dış güçlerin bağımsız olarak üzerinde etki yaratması sonucu yaşadığı tecrübelerdir – doğal afetler, ekonomi vs kendi yasalarıyla işleyen mekanizmalar olup üzerinde hiç bir kontrolümüzün olmadığı durumlar. Bu bağımsız olaylar insanı iyide etkiler kötüde.

Özgür Seçim – yukarıdaki açıklamadan temelimizi değiştiremememize rağmen – acı ve zevk parametreleri arasında bizi kukla gibi oynatan halimiz – diğer 3 durumu çevremizi değiştirerek ve alışkanlıklar edinerek eğilimlerimizi etkileyebilir ve doğamızı değiştirebiliriz.

Kısaca, mutluluk ve mutsuzluk arasında gidip gelmeyi değiştiremem ama yaşadığım ortamı seçersem çevrem beni gitmek istediğim hedefe doğru iter.

Sonuç: Dolayısıyla bariz olan tek şey var. Özgür seçim hakkım sadece çevrem. Çevrem sayesinde gelişebilirim. Açıklandığı gibi buğday ekildikten sonra tümüyle çevresinin etkisi altında büyür. Bu yüzden kabalistler bulundukları ortamın ruhani kalitesinden taviz vermezler ve bir arada olurlar. Ortamlarını para ya da diğer materyal şeyler için değiştirmezler. Dolayısıyla hepimiz etrafımıza doğru dostları alır ve doğru kitapları okursak kendi doğamızı ve geleceğimizi etkilemiş oluruz.

KAYNAK: BNEİ BARUCH KABALA MERKEZİ.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Kelam Damlası: Mısır'a Sığınmak


Kutsal kitaplarda çokça geçen Mısır'ın Kabala ilminde bizim sürgün yerimiz olduğunu yani bir anlamda egomuzun temsili olduğunu önceden belirtmiştim.
Olanca ihtişamı ile bizi kendisine çeken, hatta tarihte pek çok kez baş rolü oynayan Mısır, bizim, kimi vakitler özlem duyduğumuz eski halimiz, gizemli sürgün meskenimizdir. Hz. Yusuf Mısır'da köleydi. İsrailoğulları, Mısır'da sürgünde geçirdi senelerini. Firavuna, yani kendi benliğimizin putlarına köle olduğumuz zaman ve mekan üstü bir tanımdır Mısır...

Bu kadar negatif betimlemeden sonra, şimdi söyleyeceğim şey sizi şaşırtmasın. Hepimiz, Mısır'a ihtiyaç duyarız. Çünkü Mısır deneyimi olmadan kurtuluşun değerini bilemez insan. Tıpkı kasvetli ve karanlık geçen kış günlerinden sonra bahar güneşinin aydınlığı ve sıcaklığını daha derinden takdir edişimiz gibi...Ya da ayrı kalındığında bir sevgilinin yaşamınızdaki anlamını kavramış olmanız gibi, bizlerin de her deneyimimiz sürgünle beraber pekişir.

Hayatta edindiğimiz her olayın arka planında bir Mısır sürgünü vardır. Örneğin, dik başlı ve her şeyi sizin bildiğinizi zanneden bir karakteriniz var diyelim. Önemli bir iş kararı alacaksınız ve hatırı sayılır bir yatırım yapmayı düşünüyorsunuz. Ancak, etrafınızda konuyla alakalı ve belki de uzman olan kişiler, size, bunun aşırı riskli olduğunu, dahası zarara uğrayacağınızı söylüyorlar. Siz ise realiteyi görmezden gelip kendi dik başlılığınız ve ani çıkışınızla işe giriyor ve sonuçta da ciddi bir zarara uğruyorsunuz. Kart borçlarınız kabarıyor ve elinizdekilerin çoğunu yitirmişsiniz. Sürgün'e hoşgeldiniz.
Ancak, unutmayın ki, insanlar akıllarını en çok sürgün zamanında çalıştırır ve bir çıkış bulmak adına tüm potansiyellerini kullanmaya başlarlar.İş ki sürgünden gerekli edinimi çıkarabilmiş olalım.

Peki, gönüllü sürgünlük de neyin nesidir? Öyle anlar olur ki, Mısır bize Aden Bahçesi gibi güzel ve rahatlatıcı görünür.

Her birimizin yaşamında, pek çok seviyede, kıtlık anını deneyimlediğimiz anlar vardır. Hani, şu her şeyin üzerimize geldiği, şanssızlığın peşimizi bırakmadığı ve Tanrı'nın bile bizi terk ettiğini düşündüğümüz anlar. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

Şuna da dikkat ettiniz mi; bu gibi söylemlerini kendilerini "esir" aldığı insanlar "boşvermişlik" edasıyla yaşamlarımda sürekli aynı yerde "dururlar". Yani, bile bile "sürgün"de zaman öldürmeye devam ederler.Çünkü, sıkıştığımız ve bocaladığımız anlarda birinci doğamız olan "ego" bizlere daha cazip gelir. Ne de olsa, egomuz bize aşinadır, bilindik surlarda gezinmek kolayımıza gelir, hem kazık atsa da, bizi incitse de, orası bizim yegane sığınağımız, her bir düzlüğünü ezbere bildiğimiz vatanımızdır.

İşte, bu gibi depresif duyguların bizleri sürüklediği kaos ortamında, çoğumuz "gönüllü sürgünler" olarak Mısır'da kalmaya devam ederiz. Elbette ki, bu bizleri hiç bir şekilde ileriye götürmez. Çevrenizde sürekli hayatından sızlanan fakat senelerdir aynı noktada duran insanları şimdi daha iyi anlayabilirsiniz.

Sürgün'ün son bulması için tıpkı Musa'nın yapıtığı gibi, İsrailoğulları yani benliğinizde Yaratan'a ait ne kadar olumlu özellik varsa, onları da yanınıza alıp, kendi iyiliğiniz için bulunduğunuz ortamı terk etmektir. Kısacası, aksiyona geçmek gerekir.

İçine düştüğünüz karanlık anlarda, elbette ki, "geçiçi bir süreliğine" Mısır'a sığınabilirsiniz. Ama, esas olan bu tarz durumlarda, özgecil beninizi edinimlerinize ortak edip bulunduğunuz ortamı ıslah etmektir.

Bize bahşedilen bu ömrün her bir ruhsal basamağında, Mısır ve Mısır'dan Çıkış kavramları edinimlerimize eşlik etmektedir.Unutmamamız gereken esas ise, her birimizin içinin derinliklerinde Yaratan'ın benliğini saklıyor bulundurduğumuzdur.Tüm bu mana yolculuğunda,her bir sürgün ardından mutlaka kurtuluşu da getirir.

Burcu A.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Dua Zamanı


Her şeye gücü yeten Tanrım;


Bana kainata gözlerini yeni açmış bir tomucuğun umudunu ver. Bu sayede, evrendeki her şeye saf gözlerle bakabileyim.


Ruhumun içinde saklayıp da keşfetmem adına bana sunduğun yeteneklerimi gün ışığına kavuşturmamı sağla. Bu sayede, hem insanlara yararlı olabileyim hem de seni övebileyim.


İrademi, aşılmaz surlar kadar güçlendir. Bu sayede, alma arzumu dizginleyebileyim ve ıslahımın önündeki her bir engeli yüreğimdeki azimle aşabileyim.


Bir vakitler parçan olduğumu her gün doğumunda yüzüme yansıyan Işık ile hatırlat. Bu sayede, dünyanın çok sesli kaosunda sükunet içinde kalabileyim.


Güzelliğimi, seneler ile kısıtlamadan, gönlümün paklığı ile pekiştir. Bu sayede, bana bakan Seni görsün ve her birimiz ifşamızda Seni yansıtalım.


Vicdanımın sesi çağlayan gibi aksın ve başka benlikleri de hissedebileyim. Bu sayede, ruhumun asırlık yolculuğunda kainatın bilgeliği her daim korucu kalkanım olsun.


Yaşama arzumu kuvvetlendirip düşüncemin berrak bir su gibi net ve aydınlık olmasını sağla. Bu sayede, sana her vakit arı bir benlik ile dualarımı sunabileyim. Ve dualarım kabul olsun sonsuzluğunun şimdiki sınırlılığında...


Amin.


Yazan: Burcu Aşçı

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bilge Katresi:Evrenin Bütünlüğüne Ulaşmak

Kabalanın ana araştırma konusu evrenin içindeki parçaların birbiriyle nasıl bağlantılı olduğudur. Gerçeği barındıran tüm elementler ve beş dünyanın düzenli olarak birbiriyle olan bağının, doğa kanunlarıyla yönetilişinin bağlantılarının bir bütünü nasıl oluşturduğunu içerir.

Ek olarak üst dünyaların araştırıcısı tüm bu dünyaların “Sefira” denilen on ışık içinde var olduğunu görür. Bu ışıklar sırayla beş parçadan oluşur ve bu beş parça sonsuz dünya denilen Ayın Sof’a işaret eder.

Kabalaya başlayan öğrenci çalışmalarına tek bir noktadan başlamalıdır, ve bu noktadan on sefira’yı, Ayın Sof’un altında olan ilk dünya Adam Kadmon (prototip insan) adlı dünyadan başlayarak çalışmaya yönelmelidir. Adam Kadmon’un da nasıl yayılıp etki ve etken yasaları dâhilinde olup astronomi, fizik ve diğer dünyevi bilimlerin altında nasıl detaylara ayrıldığını keşfetmeye başlar.

Dolayısıyla, kurulmuş olan düzenin yasaları tümüyle birbirine bağımlı olup, aşamalı gelişme yasasına dâhil olan bir olgu, başka bir olgunun gelişmesine uymazlık edemez. Adam Kadmon’un dünyasında ki gelişme tek yönlüden çok yönlüye doğru gelişir. Bu dünya ardı ardına birbirinin içinde oluşan dört dünya da izini bırakarak oluşumlarına neden olur. Tüm dünyada ki her şeyi kapsayana kadar bu dört dünyada yayılır. Bu noktadan sonra araştırmamıza gerçeklerin tüm detaylarını birbirinin içinde dâhil ederek Adam Kadmon’a ulaşana dek devam ederiz; on sefira, dört temel seviye ve son olarak da ilk nokta.

Materyal bilinmemesine rağmen, tıpkı diğer ilim dalları gibi mantık dâhilinde çalışılıp araştırılabilir. Mesela anatomi çalıştığımız zaman, konuyu hiç bilmememize rağmen bazı organların birbirleriyle bağlantılı olduğunu görebiliriz. Buna rağmen zamanla organları teker teker öğrenip çalışarak vücudun işleyişi hakkında genel bir yorum yapabiliriz.

Üst dünyalar hakkında hiç bir bilgi sahibi olmayan birisi için de aynı şeyler geçerli, bu bilgiyi tüm elementlerin birleşmesiyle kavrayabilir. Tüm detayları, nedenleri, sonuçları ve bağlantıları tüm erdemliğine erişene kadar anlamalı. Her şeyi tüm detayına kadar öğrendikten sonra genel bilgiyi edinmiş olur.

Sadece bu sıralar tüm dünya kabala çalışmaya başlıyor. Bu ilim dalının yıllardır araştırılmamasının nedeni açıklanamıyor olması değil, tıpkı bir gökbilimcinin gezegen ve yıldızlar hakkında fikir sahibi olmaması gibi, ancak geçirdikleri evreleri bir ilim olarak araştırır. Kabalanın bilgisi, insana gökbiliminin gizliliğinden farklı değil. Detayları ve evreleri kitaplarda detaylarıyla anlatılmakta, yeni başlayanlar için bile.

Kabalanın gizliliğinin nedeni, kabalacıların şuan kabalaya duyulan ihtiyaç doğrultusunda, bu döneme kadar bu ilmi gizli tutmalarından kaynaklanır. İnsanoğlunun egosunun yeteri kadar gelişmiş olması, yanlış düşüncelerinin, anlayışının ve gelişiminin artık bariz olması, kabalanın yüzeye çıkmasındaki etkendir.

İnsanın Yaratılış Nedeni

Yaratan’ın yarattığı hiçbir şey nedensiz değil ve şüphesiz bir amacı var. Yaratılan bu değişken ortamın gerçekleri dâhilinde insanın başka bir insanın acısını hissedebilmesi çok önemli bir faktördür. Dolayısıyla bir amaca yönelik yaratıldıysak, insan bunun merkezinde ve her şey insanoğlunun ruhunun erişmesi gereken seviye için yaratıldı. Bize hüküm eden bu üst gücü hissedebilmeyi, tıpkı etrafımızdaki her şeyi hissettiğimiz gibi hissetmeliyiz.

Özgecil ve sevgi dolu üst güce benzer bir yapı edindiğimizde, içimizde ölçülemeyecek boyutta bir mutluluk yüzeye çıkar, bu his üst güçle bütünleşmenin getirdiği muazzam bir histir.

Anlayış Amaca Ulaştıkça Ortaya Çıkar

Her hareketin sonucu hep ilk algılayışta açığa çıkar. Mesela, ev yapmak isteyen birisi önce evi düşüncelerinde canlandırır ve hedefi yapar. Amacına ulaşmak için kafasında çizdiği bu resim ile bir yapı planı çıkarır.

Tüm evrende bu böyle. İnsan amacını öğrendikten sonra, yaratılan düzenin de amacına yönelik, önceden belirlenmiş bir program dâhilinde işlediğini anlar. Bu şekilde insan üst gücü sanki komşusuymuş gibi hissetmeye başlar, gelişir ve özgecil özelliklere sahip olur.

İnsan bir merdivenin basamaklarından teker teker çıkar gibi, amacına ulaşma yolunda Yaratan’ın özgecil yapısını edinmeye başlar, amacına ulaşana kadar. Bu yolun mesafesi ve özellikleri iki farklı gerçek tarafından belirlenmiştir:

1. Materyal Gerçek: Üst dünyalardan açığa vurulan ilk ışığın fiziksel dünyaya yansıması ve Yaratan’dan yansıyan bu ışığın ne ölçü ve kalitede olduğu. Bu ışık üst dünyalardan ard arda geçip bizim dünyamıza inerken materyal formlara doğum verir.

2. Yüce Zihniyetin Gerçeği: Işığın üst dünyalardan aşağıya yansımasından sonra, ters hareket başlar. İnsan yaratılışının nedenine ulaşana kadar ruhani merdivenin basamaklarından yukarıya doğru çıkar.

Kabala, bu iki gerçeği tüm detaylarıyla inceler.

Yöneten Üst Güç

Kabalacılar üst gücü, genelde Yaratan olarak adlandırır ve mutlak şefkat olarak tanımlarlar. Kendi hislerinde böyle algılarlar. Yani, asla kimseye zarar vermeyen bir varlık olarak. Bu gerçek kabalacılar tarafından evreni yöneten temel yasa olarak nitelendirilir.

Mantığımız bize egoistliğin tüm kötülüklerin nedeni olduğunu söylüyor, “kendi menfaatimiz için arzulamak”, (ya da kısaca istemek arzusu). Bu ihtirasla kovaladığımız kişisel tatminlik ve kendimizi her şeyle doyurmak arzusu, etrafımızdakileri incitmemizin tek nedeni. Yaratılan ne zaman kendisini tümüyle doyurursa, bu dünyada başka hiç kimseye zarar vermeme noktasına gelir. Buna ek olarak, eğer başka bir canlıya kendisi için arzulama hissi dışında bir nedenden dolayı zarar veren bir canlı görürsek, bunun nedeni arzularının kökünden gelen bir alışkanlık olmasıdır.

Bizleri yukarıdan yöneten gücü kusursuz kabul ettiğimizden, O’nun içerisinde kendisi için arzulamak duygusu olmadığı varsayımında bulunabiliriz. Dolayısıyla başka birisine zarar vermek gibi bir niyeti de olamaz. Buna ek olarak içerisinde özgecil bir yapıya sahip, içindeki saflığı yaratılanlara dağıtmak arzusu.

Yaratılanlar iyi ya da kötü ne hissederlerse hissetsinler tüm bunlar onlara yukarıdan gönderilir ve gönderilen her şeyin tek özelliği özgecil olmasıdır. Yaratılanlara karşı olan tek tavır budur – özgecillik. Sonuç olarak tüm yaratılanlar O’ndan sadece iyilik görürler ve başka hiç bir nedenden dolayı yaratılmadılar. Bu nedenden dolayı Kabalacılar bu gücü “mutlak iyilik” olarak tanımlarlar.

Yönetilişin Amacı

Şu an ki gerçeklere bakarak yukarıdan yönetilişimizin ve kontrol edilişimizin nasıl sadece iyilik sergilediğini inceleyebiliriz.

Dört çeşit yaratılıştan (duran, büyüyen, yaşayan ve konuşan) en basit olanını bile tüm türleriyle ele alsak her birinin nasıl bir amaç uğruna etki ve etken yönetimi altında idare edildiğini anlayabiliriz. Tıpkı dalındaki bir meyvenin olgunlaşarak kıvamına gelme amacı olduğu gibi.

Bitkibilimciler bir meyvenin ilk dalında oluşumundan olgunlaşma sürecine kadar geçirdiği tüm evreleri açıklayabilirler. Ancak, birbirini takip eden hiç bir evre son halinin ne kadar güzel olacağı konusunda hiç bir ipucu vermez (tadı, büyüklüğü, renk tonu vs.) hatta son olgunlaşmış halinin tam tersi bir durumdadır. Meyvenin tadı ne kadar tatlı ise ilk hali o kadar acı ve ekşidir.

Daha da şaşırtıcısı “canlı” ve “insan” türlerinin gelişmekte olan ile gelişmiş arasındaki farkıdır. Bir canlının olgunlaşma sürecinde aklı ciddi bir evrim geçirmez ama bir insanın aklı gelişmesinin son noktalarına doğru çok ciddi değişimler kaydeder. Örneğin bir buza ilk günden ayakları üzerinde durabilir, yürüyebilir ve etrafındaki tehlikelere karşı duyarlıdır.

Yeni doğmuş bir insan ise etrafındaki hiç bir şeye karşı duyarlı değildir. Eğer dünyamızı tanımayan biri bu iki örneği karşılaştırsa, yeni doğmuş bir insanın amacına ulaşabileceğine bir ihtimal vermez. Eğer bebek ile buzağının aklını karşılaştıracak olursak, bebek hislerden mahrum ve aklı olmayan bir yaratık gibi gözükür.

Bu yüzden bizi yöneten üst gücün gelişim evrelerini göz önünde bulundurmadan, bir amaca yönelik yönetiyor olması insana çok şaşırtıcı gelebilir.

Akıllı insanlar tecrübe sahibi olanlardır. Yaratılan varlıkların gelişiminin her safhasını son noktasına kadar gözlemlemiş birisi, gelişimin safhalarında gördüğü çarpıklıkları yadırgamaz. Sadece gelişimin güzelliğini ve bütünlüğünü görür. Kabala ilmi her yaratılan varlığın adım adım gelişimini açıklar.

Dolayısıyla üst gücün yönetiminin detaylı olarak araştırılması her şeyin bir amaca yönelik olduğuna işaret ediyor. Amaca henüz erişmemiş olan bir canlı ise dışarıdan gözlemleyen bir insana hep çarpık olarak gözükür.

Gelişimin İki Yolu: Acı Çekmek ya da Kabala (Doğa Kanunlarına Uyarak)

Yukarıdaki anlattıklarımızdan anlayabileceğimiz gibi üst gücün yapısı mutlak şefkatten oluşmakta ve bir amaca yönelik her şeyi idare etmekte. Bu hiç bir kötülük barındırmayan kendi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu demektir ki, geçirdiğimiz evreler ve yaşadıklarımız, O’nun amacına yönelik üzerimizde etki ve etken şeklinde yansıyan doğa kanunlarının, bizi itip - kakıp kabullendirerek sadece yaratılışımızın amacına ulaşabilmemizi sağlayacak arzuyu geliştirmek için. Hepimiz için kesin garantilenmiş bir şey var, oda olgunlaştıktan sonra mükemmel bir yaratılış olacağımız.

Üst gücün amacı bizleri O’na benzer özellikler edindirterek mutlak iyiliğe ulaşmamızı sağlamak. Bunun için bize iki yol çizilmiştir:

1. Izdırap Yolu: bizim doğamızdaki yapıyla gelişmemizi sağlayan ve bir basamaktan öteki basamağa geçmemizi sağlayan etki ve etken faktörünü içerir. Bu yolla çok yavaş gelişiriz ve yavaş yavaş kötülüklerden uzak durmayı ve iyiliğe yaklaşmayı seçeriz. Bu yol sadece çok uzun sürmemekle beraber, çok da acı ve ızdıraplı bir yoldur.

2. Kabala’nın Yolu: Kolay ve rahat olmakla beraber gelişimimizi hızlandıran ve ızdırapsız bir yoldur.

Burada açıklamamız gereken bir durum var; Kabalacılar neden Kabala dışındaki diğer metotların ızdırap yolu olduğunu söyler? Kabala, “lekebel” kelimesinden gelir. Anlamı içine almak, davet etmek ya da misafir kabul etmek demektir. Kabalacılar, insan tüm evreni kendi içinde hissetmediği sürece ve üst gücü algılamadığı ve O’nunla bütünleşmediği sürece mükemmelliğe yani yaratılışının amacına ulaşamayacağını söylerler. Kabala bu mükemmelliği insanın içinde hissedebileceğini ve tüm bu duyguları içinde barındırabileceğini yansıtmak amacıyla Kabala kelimesini kullanırlar. Bu nedenden dolayı okuyucular bunu bir nevi ukalalık olarak algılamamalı ve kelimenin anlamının sadece ulaşılması gereken en üst noktayı simgelediğini hatırlamalılar.

Her halükarda, geleceğimiz son nokta önceden belirlenmiş durumda. Bu noktaya ulaşmaktan başka çaremiz yok çünkü yukarıdan bu şekilde yönlendiriliyoruz. Etrafımızı saran gerçeği gözlemlediğimiz zaman nasıl bu iki yol dâhilinde yönlendirildiğimizi görebiliriz.

Kabala’nın Özü, Kötülüğü Anlamamızı Sağlamasıdır

İnsanın üst dünyaları edinme tutkusu ve bunu gerçekleştirebilmek için yaptığı herşey, içindeki kötülüğü fark etmesinden ibarettir. Doğal egoistliğinin üst dünyalara ulaşmasına engel olduğunu fark eder. Yaratılan tüm canlıları birbirinden farklı kılan şey içlerindeki kötülüğü ne derece fark ettikleridir. Ne kadar içindeki kötülüğü fark ederse ruhu o kadar gelişmiş demektir. Doğal olarak da bu kötülüğü daha az gelişmiş bir canlıya nazaran kendisinden daha fazla uzağa itebilir. Az gelişmiş bir ruh ise kötülüğü hissetmediği için ona dokunmaz.

Kötülüğün özü, egoistlik dediğimiz, insanın kendisine olan sevgisidir. Bu özellik üst gücün özgecil özelliğine terstir.

Mutluluğun özü, insanın Üst güce olan benzerliğindedir. Üst güce karakter olarak ne kadar benzer olursak, o kadar mutluluk duyarız.

Mutsuzluğun ve sabırsızlığın kökü ise üst güce olan özelliklerimizin zıtlığından kaynaklanır. Bu yüzden egoistliğimizin varlığını hissedip, Yaratan’a ne kadar zıt olduğumuzu anladığımızda çok acı çekeriz.

Egoistliğe karşı duyulan bu tiksinme duygusu her ruh için farklıdır. Gelişmemiş bir insan egoistliğin iyi bir vasıf olduğu kanaatinde olup hiç utanmadan egoistçe davranabilir. Daha gelişmiş bir kişi ise egoistliğinin kötülüğünden haberdar olduğundan, bencilliğini toplumda açıkça göstermez ve toplumun gözlerinden gizli kullanır.

Daha da gelişmiş bir insan, egoistliğinden o kadar tiksinir ki, buna tahammül edemez. Bu durumda algılayabildiği noktaya kadar egoist duygularını kendisinden keser atar ve artık başkalarının sırtından elde edilen hiç bir şeyi ne ister ne de başkasından gelen bir şeyden zevk alır. Dostlarına karşı içinde sevgi kıvılcımları oluşmaya başlar. İyiliğin özü olan özgecil duygular. Bu özellik zamanla gelişir. Önce akrabalarına karşı bir sevgi oluşur ve onlara bakmak ihtiyacı duyar. Özgecil özellikleri daha da geliştikçe önce etrafındaki herkese karşı, sonra içinde bulunduğu topluma ve en sonunda tüm insanoğluna yönelik özgecil duygular geliştirir.

Bilinçli ve Bilinçsiz Gelişim

İki güç bizi sürekli iterek ruhaniliğe uzanan merdivenin basamaklarından en üste ulaşana kadar çıkmamızı sağlar – özelliklerimiz Üst gücün özelliklerini edinene kadar.

1. Güçlerden bir tanesi bizim seçimimiz dışında ve haberimiz bile olmadan bizi zorlar. Arkamızdan bizi kırbaçlar; bu yol ızdırap çekerek gidilen yoldur. Bu insanoğlunun aklının bir türevi olan ahlaki ve deneysel eğitim metotlarından doğmuştur. Bu deneysel eğitim metotları tümüyle bilinçsiz olarak ve bir seçim hakkı olmadan yaratılmıştır. Ancak, bu metodun amacına ulaşmış olması ve içimizde yerleşmiş ve giderek artan kötülüklerin büyüdüğünü hissetmemizi sağlayarak bizi daha yüce bir şeylerin arayışına ittiğini artık anlıyoruz.

2. İkinci güç ise bizi bilincimiz dâhilinde iter. Bu gücü kendimiz seçeriz. Bu bizi önümüzden çeker ve Kabalacılar buna; Kabala’nın yolu derler. Bu yolu seçerek ve kabalistlerin öğrettiği şekilde ilerleyerek, niyetlerini sadece Yaratıcı Güc’ün yapısına benzemek için kullanarak içimizdeki kötülükleri kısa zamanda fark edebilir ve iki tane faydasını görebiliriz.

Acı çekerek arkadan itilmeyi beklememiz gerekmez. Aynı zamanda üst gücün karakterine ulaşabilme niyetimiz içimizdeki kötülüğü görmemizi acı çekmeden sağlayacak. Ne zaman üst güce ulaşma arzumuz başlarsa hemen O’nun iyiliğini ve saflığını hissetmeye başlarız. Kendimizi sevmek duygusunun ve egoistliğimizin ne kadar kötü olduğunu anlamaya başlarız. Kötülüğümüzün farkına vardıkça içimizde yavaş yavaş bir sükûnet ve hatta mutluluk, üst güce benzemeye başladıkça, yüzeye çıkar.

Bilinçli davrandığımız için zaman kazanırız; daha fazlasını yapabilmek kendi elimizde ve dolayısıyla kendimizi düzeltmemiz daha çabuk olur, ta ki Yaratan’ın özelliklerini edinene kadar.

Kabala İlmi Kullanıcısına Fayda Sağlaması Niyetiyle Geliştirilmiştir

Kabala ile diğer eğitim metotları arasındaki fark, ne niyetle çalışıldıklarındadır. Düzeltilmeye aday insan toplumun mu yoksa Yaratan’ın standartlarına mı ulaşmalı? Kabalayı diğer ahlaki çalışmalardan ayıran nokta budur, tıpkı materyal ile ruhaniliğin farklı olduğu gibi.

Ahlak sisteminin amacı, pratik bir zihinsel düzen dâhilinde, tecrübeleriyle gelişen mutlu bir toplum inşa etmektir. Bu metot insana doğanın kısıtlamaları dışında hiç bir menfaat sağlamaz. Eğer amaç eleştiri kapsamının dâhilindeyse, insanın toplum adına yapacağı fedakârlığın faydasını, kendisine adilce düşen paydan fedakârlık ederek yapması gerektiğini nasıl ispatlayabiliriz ki?

Buna ters olarak, kabalanın metoduyla gelişmenin amacı insanı mutlu etmeyi garantiler. Dostunu kendi gibi seven, üst güçle benzerlik yasası dâhilinde bütünleşir. Dar sınırlı ve acımasız dünyasından sıyrılıp, Yaratan’a ve yaratılan her şeye karşı özgecil dünyanın sınırsız âlemine girer.

Ahlaki sistem insanın diğer insanlar tarafından sevilmesi gerektiği hissini zorunlu kılar, bu bir malı işimiz bitene kadar kiralamaya benzer. Bu tür alışkanlıklar insanın ahlaki değer merdiveninden bile tırmanmasını engeller, zira yaptığı iyilikler için etrafındaki insanların sırtını sıvazlamalarına alışır hale gelir.

Yaratan ile aynı özellikleri taşımayı arzulayan bir kişi, Yaratan’a yönelik mükâfat beklemeksizin yaptığı özgecil davranışları sayesinde gerçek anlamıyla manevi basamakları tırmanır. Yavaş yavaş yeni bir doğa edinmeye başlar ve dostlarına yönelik farklı bir özgecil yapıya bürünür. Kendisi için, bu dünyadaki mevcudiyetini sürdürmek için gerekli ihtiyacından fazlasını arzulamaz.

Ancak bu şekilde insan doğasındaki egoistlikten kurtulabilir. Kendisi için bir arzu edinmekten nefret etmeye başladığı zaman, ruhu tüm vücutsal gereksiz zevklerden özgür olduğu zaman, para, güç, şöhret gibi arzulardan uzak olduğu zaman ruh âleminin diyarına özgürce girebilir. Tüm kötülüklerden korunacağının garantisi verilir, çünkü kötülük sadece egoistlikten gelir.

Görüyoruz ki kabala sadece onu kullananlar için bir fayda sağlar. İnsanın tüm çabası içini temizlemek de olsa bu onun üst güce benzer olabilmesi için bir araç olur.

9 Temmuz 2010 Cuma

Ayet İncisi


Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.
Dikmenin zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var, şifa vermenin zamanı var.
Yıkmanın zamanı var, yapmanın zamanı var.
Ağlamanın zamanı var, gülmenin zamanı var.
Yas tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zamanı var.
Kucaklaşmanın zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.
Aramanın zamanı var, vazgeçmenin zamanı var.
Saklamanın zamanı var, atmanın zamanı var.
Yırtmanın zamanı var, dikmenin zamanı var.
Susmanın zamanı var, konuşmanın zamanı var.
Sevmenin zamanı var, nefret etmenin zamanı var.
Savaşın zamanı var, barışın zamanı var.


Vaiz 3:1-8

30 Haziran 2010 Çarşamba

Bilge Katresi: Hayatta En Önemli Şey...


Evinizin hemen yanında genç bir ağaç büyüyor. Ona baktığımda şöyle düşünüyorum: " Hey ağaç! uzun ve güçlü olmalısın böylece herkes gölgende dinlenebilir."
Hergün bir kova alırım ve onu suyla doldururum, sonra onu dışarı çıkarırım ve ağacın çevresinde toprağı sularım. Bir gün ağacı suluyordum ki , genç bir çocuk yanıma yaklaştı.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu.
Ona ağacın büyümesine yardım ettiğimi söyledim.
"Fakat sen ağacı sulamıyorsun, toprağı suluyorsun," diye bağırmış çocuk şaşkınlık içinde.
"Eğer ağacın suyu içmesini istiyorsan, suyu tam onun tepesinden aşağı boşaltmalısın!"
"Ağacın büyümesi için, ağacın köklerine su vermem lazım," dedim çocuğa.
"Fakat, onları göremezsin bile!" dedi çocuk.
"Haklısın,- kökler toprakta gizli, fakat orada olduklarını biliyorum. Toprağı sularım böylece su köklere ulaşabilir. Eğer kökleri beslersek, ağacımız büyüyecek ve güçlü olacak ve o zaman mahallemizdeki herkes onun gölgesinin keyfini çıkaracak."
Çocuk ikna olmadı:
"Fakat köklerin toprakta olduğunu nereden biliyorsun ?Onları göremiyorum bile eğer söylediğin şey doğruysa, o zaman onlar ağacın en önemli parçası!"
"Bize bunu anlatan bilgece kitaplar var" dedim çocuğa.
Çocuk bu yeni bilgi üzerine düşünerek yürürken, aklıma ilginç bir fikir geldi:
"Ya ben de aynı şekildeysem ? Ya hayatımdaki en önemli şey bu ağacın kökleri gibi benden gizlenmişse ?
Eve geldiğimde, doğruca dedeme gittim. O benim fikirlerimi dinledi ve gülümsedi.
"Haklısın, önce hayatımızdaki en önemli şeyi görmez ve hissetmeyiz. Fakat bize bundan bahseden bilgeler vardır. Onlara Kabalist denir ve kitaplarında hayatımızın köklerini nasıl beslememiz gerektiğini bize açıklarlar ve böylece olması gerektiği şekilde büyüyebiliriz."
Büyükbabamın ne demek istediğini düşündüm, sonra da bir resim çizdim ve ona hediye ettim.
BNEİ BARUCH

27 Haziran 2010 Pazar

Sevgili Ezra...


Sen...Kimsin bilmiyorum. Bu satırları okuyor isen, ruhlar bir şekilde birbirini çağırmıştır. Bayan ya da erkek...Cinsiyetinin benim için en ufak önemi yok. Seni, bedeninin ve toplumsal kabuklarının ötesinde, mana'nın gözüyle görüyorum. Ezra..."Sözünde duran kişi" anlamında...Ezelden beri verilen sözü anımsaman ve okuduklarınla çıkacağın kendi yolculuğunda tökrzlediğin anlarda bile aklına kainatla bütünlüğünün gelmesi adına, sana bu ismi taktım...


Sevgili Ezra;

Bir kadeh soğuk beyaz şarap eşliğinde şehrin sıcağından kaçabildiğim sakin bir mekanın keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Peki yapabiliyor muyum? Sanırım hayır. Çünkü salt düşünceyi bloke eden pek çok negatif etmenin yarattığı bulanık düşünceler ve kaygılar, zihni var olan andan uzaklaştırıyor. Tüm insanlarda olduğu gibi, eminim sen de bu zihin bulanıklığından muzdaripsindir. Kişi, kendini salt o "an" a bırakamıyor. Neticesinde, farkına bile varmadan, anların toplamı olan yaşamı kaçırıyoruz. İnsan zihni ya geçmişin "keşke" lerinin ızdırabında veyahut geleceğin "acaba"larının kıyısında geziniyor.Oysa, nefes aldığın ve gerçekliğinden tamamen emin olduğun, dahası hükmedebileceğin yegane an: "Şimdiki Zaman".


Bugününde, geçmişini affedebilir ve rahatsız edici edinimlerini onarabilirsin. Ve yine bugününde ki düşünce biçimin ile davranışların, yarınını inşa eder. Üstelik, hiç bir zaman geç kalmış sayılmazsın yeni sayfalar adına. Kararlı bir şekilde, yalnızca "şimdi"de evrenin kendisine kucak açabilirsin.


Ancak, unutma ki hiç bir şey "birden" olmuyor. Ben dahil pek çok insanın tökezlediği nokta bu. Kendi edinimlerimden örnek verecek olursam, olumlu bir hayata ve düşüncemin özünü değiştirmeye ne vakit karar versem, birkaç hafta içerisinde başladığım noktaya geri dönebiliyorum. Çünkü, tıpkı başarı elde etmek isteyen bir öğrencinin disiplinli çalışması gibi, kişinin iç ıslahı da bu disipline ihtiyaç duyuyor. Oysa ki, insanoğlu egosunun yönetiminde daima "kestirme yollara" ve "anlık hazlara" sapma eğilimindedir. Ne var ki, evreni biraz gözlemediğinde ortaya çıkan sonuç tam aksidir. Elde etmek istediğin her ne ise, bu başarı "uzun vadede" gün yüzüne çıkar. Kainata bak! Bir gecede incir veren ağaç gmrdün mü ya da üç günde doğan bir bebek? Mısırı tarlaya eker ekmez, yemek için topayabiliyor musun?Her şey belli bir süreç içindedir.


Kendimi gereğince disipline edebilseydim, şimdi yaşadığım muğlaklık hayatıma bulutlarıyla çökemezdi ve ben "gerçekten" de içtiğim bir kadeh şarabın tadını alıyor olurdum. Bak, zihin şu an "keşke" haline geçti bile...Fakat, sana iyi bir haber vereyim. Gerek derslerin gerekse kendi edenimlerim sonucunda biliyorum ki, yaşamımın bundan sonrasını yönlendirebilmek elimde. Nasıl ki bir gülü dikeniyle sevmemiz ve onunla bir bütün kabul etmemiz gerekirse, yaşamında kaoslarını kabullenip yarınlara yürümemiz gerekir. Endişelenme, önemli bir ayrıcalığımız var; "mana yolunun uyum talebesi" olarak bizler, Kainat'ın koruyuculuğunda kaygısızca ilerleme imkanına sahibiz.


"Nasıl yani, bu kadar mı her şey, bu denli basit mi? "dediğini duyar gibiyim. Evet bu kadar yalın fakat bu yalınlık sandığın kadar kolay değil. Bir göl manzarası düşle. Ne kadar yalındır, berrak ve tüm gerçekliğiyle çıplak...Ancak o göl'ün içinde ne dünyalar gizlidir. Ya da şöyle bir örnek vereyim: Sadece bir saat boyunca, zihninden yarınki sınavını, ödenecek faturaları, erkek arkadaşınla tartışmanı, annenin tutuculuğunu ya da gireceğin iş görüşmesini unutabilir misin? Bir saat boyunca bunlara dair tek bir imge bile gelmesin aklına ve her ne yapıyorsan- ister kahveni yudumla istersen denize karşı gazete oku- ona odaklan ama hakkını vererek yap bunu. Bahse girerim bu söyledğimi on beş dakikadan sonra yaparken kendini kasacak, zihnini düşünmemek adına daha da büyük bir strese sokacaksın. Aslında söyledğim şey ne kolay değil mi? Ancak, uygulamak için sürekli ve yılmadan bir disiplin gerekiyor. Çünkü, kişinin egosu kolaya ve negatife eğilimlidir. Bunun ıslahı ise "gerçekten" tüm arzunla değişmeyi niyet etmek ve aksiyona geçen bir iç disiplinle gerçekleşebilir.


Sana, yaşam dersi veya hayat okulu adına edebiyat yapacak değilim. Niyetim bu değil.Her yaşam kendine has ve özeldir. Yapmaya çalıştığım tek şey sana "mana"nın yolunu açıp, kendi edinim ve gözlemlerimden yola çıkarak bir nevi "yaşamı keşfetme serüvenine" doğru yola çıkarken yalnız olmadığını hissetmendir.Düşünmek, uygulamak veya bunları geliştirip kendi rotanı çizmek ise sana kalmış. Tüm bunların sonunda, eğer sabır ve arzuyla bir uyum talebesi olursan, ortaya çıkan tek bir gerçek olacak: Sen, kainatsın ve Yaratan'ın kendisisin. Bu salt ama anlaması karmaşık olan gerçeklik ise seni özgür kılacak ve yaşamında Işık hiç olmadığı kadar parlayacak...


17 HAZİRAN 2010

BURCU AŞÇI

ISTANBUL.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Bilge Katresi: ADEM VE HAVVA HİKAYESİ


Egomuz, bir başkasını sevmeyi başarabilmekten bizleri alıkoyan yılandır.

Adem, Havva ve yılan hikayesinin arkasındaki anlam gerçekten çok basittir. Yılan, erkek ve kadın yani Adem ve Havva arasında ifşa olmuş egoyu temsil eder. Ve gerçekten bütün hikâye bu.
Örneğin, farz edelim genç, mutlu bir çift birbirlerine aşık oldular. Kucaklaşır, öpüşür, beraber güler, sinemaya vb. yerlere giderler. Daha sonra evlenir ve birlikte yaşamaya başlarlar ve her şey mükemmeldir. Onlar Aden(cennet) bahçesindedirler.

Ve aniden yılan(ego) gelir. Tartışmaya başlarlar. Daha sonra birbirlerine karşı avantaj sağlamaya başlıyorlar ve öyle ki 'O'nu (karşı cinsi) bir şekilde kendi istediğim gibi nasıl yapabilirim?' gibi ince hesaplamalar yapıyorlar. Bu bizlerde de gerçekleşir çünkü yılan(içimizdeki ego) başkasını sevmemize engel olur ve başlangıçtan itibaren sevgimizin egoistik olduğunu gösterir.

Bu koşullar altında, sevgiye en yakın duruma gelebilmemiz için, gün be gün yapabileceğimiz kadar egolarımızı teslim almalıyız. Ancak, bu halen problemi kökten çözmez ve bize koşulsuz, gerçek bir sevgi sağlamaz. İşte burada Kabala, bize başka bir çözüm sunar: Kökte ruhumuzu ıslah etmek veya partnerimizden bizi ayıran yılanı(ego'yu)ıslah etmek.

Bunu yapmak için, her iki partner bu dünyada hayatlarının üzerinde bir amacın olduğunu fark etmelidirler. Daha sonra aynı zamanda onlar, bunu(maneviyatı) sadece hayatta bir partnere manevi yola onlarla beraber yürüyecek birisi vasıtasıyla edinebileceklerini fark edecekler. Bu 'Erkek, Kadın ve aralarında Kutsal Varlık' vardır ayetinin anlamıdır. Bu demektir ki, kutsal varoluşa, maneviyata erişebilmek için, bizler kendi aramızda doğru bir şekilde bağ kurmalıyız.
O zaman, birbirlerine avantaj sağlamak yerine, Adem ve Havva birbirlerini tamamlamalıdırlar. Ve yılan, onları ayrı olarak kullanmak yerine, Üst Gücü-Kutsal varlık veya Yaratan- onlara ifşa etmek için itici bir güç haline gelecektir.


BNEİ BARUCH KABALA MERKEZİ

MICHAEL LAITMAN

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Kelam Damlası: Kabala ve Ateizm




Kabala yani mana ilminin diğer din ve inanç sistemleriyle olan ilişkisini yazmaya başlamadan önce, Kabala'nın Tanrı'nın olmadığını savunan ateizm ile olan ilişkisini yazmaya karar verdim. Yazımın ilerleyen kısımlarında zannedersem tahminlerinizin zıddında bir bakış açısını keşfedeceksiniz.

Öncelikle, bu konuyu neden ele aldığımı açıklayayım. İngiltere'nin ve dünyanın en ünlü bilim adamlarından - ve ateist olan- Richard Dawkins'in makale ve kitaplarını beğenerek okurum. Geçenlerde Tanrı Yanılgısı ile Şeytan'ın Papazı adlı kitaplarına tekrardan göz atarken, pek çok yerde aslında Dawkins'in ne kadar da Kabalist bir bakış açısına sahip olduğuna tanık oldum. Hiç şaşırmayın! Kabala'da en önemli gerçeklerden biri en büyük Yaratan kanıtı olan Kainat kitabını okumaktır. Bunu en iyi şekilde yapabilen bir bilim adamının ise az çok Kabalistik düşünce taşıması ise gayet doğal bir sonuçtur.

Başlangıç olarak belirtmem de fayda var ki, Kabala belli bir din tekelinde değildir. Her ne kadar Eski Ahit'in tefsiriyle başlamış bir Yahudi Sufizmi olsa da, evrensel mesajlar içermesi ve evrende ki tek gerçekliğin bireyin içindeki tüm güçleri ortaya koyarak Yaratan'ı giyinmesi gerçekliğini temel aldığından, dünyanın pek çok ülkesinden ve ırkından, dolayısıyla da pek çok dinden izleyeni bulunmaktadır. İlla ki daha anlaşılır bir örnek vermem gerekirse, bizdeki Mevlevilik ile benzetme yapabiliriz. Nasıl ki Mevlevilik, insan-ı kamil olabilmek adına izlenen bir tarikat yani yol ise, ve dünyanın pek çok yerinden takipçisi var ise, işte Kabala'da bunun gibidir. Aradaki farkı soracak olursanız, Kabala, Mevlevilik, Budizm, Sufilik,vb gibi yollardan çok daha önce var olmuş ve diğerlerinin oluşumunda rol sağlamıştır.



Yalnız, dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var ki altını çizmekte fayda göreceğim: Her Kabalist, gerçek anlamda Kabalist değildir. Üzülerek belirtmeliyim ki, bu iş üzerinden rant sağlamak isteyen pek çok sözde Kabalist yazar, kurum ve dernekler vardır. Örneğin, Madonna'nın bağlı olduğu Kabala cemiyetinin popülerliği tartışılmaz ancak gerçek bir mana okulu olduğu tartışılır. Kırmızı bilezik takmak, kutsal su dağıtmak (dünyanın her yanı kutsal iken bu kutal su nerden yaftalanmıştır ilginç!) ya da İbrani tabirlerini kullanmak gerçek mana ilmi ile hiç bir bağı olmayan hareketlerdir. Çünkü Kabala, sizin dışta yaptıklarınızdan ziyade sizin içinizdeki ıslah ile ilgilenir. Ve en önemli ayrıntı ise, hiç bir Kabala hocası sizden üzret talep etmez. Yaratan'dan alınan Işık, tıpkı Yaratan'da olduğu gibi karşılıksız verme ilkesine dayanarak öğrenciye verilir. Bugün, dünyada en saygın Kabala eğitimcisi ise Dr. Michael Laitman'dır. Tıpkı bir Sufi dergahında mürşidin yetişmesi gibi, ünlü Rav'ların yanında yetişmiş ve Bnei Baruch adlı pek çok dilde yayınları olan ve ders veren Kabala okulunun kurucusudur. Hiç bir şekilde para talep edilmemektedir. O yüzden, bir gün olur da Kabala'yı öğrenmek istediğinizde hoca (!) olarak atfedilen şahıs sizden ücret talep ederse, yapacağınız tek şey kendi yolunuza devam etmek olmalıdır.




Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Pagan ve Budist...Pek çok Kabala öğrencisi, dinlerinden feragat etmeden, bilakis edindiklerini dinlerine de aktararak, tek amaçları olan kendini gerçekleştirme olgusunu yaşama geçirmeye çalışıyorlar.

Peki, nasıl olur da bir ateist Kabalistik düşünceyi içinde barındırabilir?

Günümüzde atesitlerin pek çoğunun Tanrı fikrini reddetme nedenlerinden en genelgeçeri "din" olgusudur. Hem sevip hem ateşlerde cezalandıran, günde kaç kez burnunu karıştırdığının melekleri aracılığıyla çetelesini tutan, kendisi adına diğer insanlarla savaşılmasını emreden, kadınların ikinci sınıf sayılmasına müsade eden, oğlunu yollayıp sonrada çivileyip öldürten, ya da kendisini sadece bir halka ait ilan eden "insan figüründe" bir Tanrı fikri elbette ateistlerin karşı çıktığı "haklı" noktadır. Haklı diyorum çünkü mana ilminin bakışına göre de böyle bir Tanrı "yoktur." Bu noktada ateistler ile hemfikiriz.

Bir başka uzlaşılan nokta ise, doğa ve bilime olan saygıdır. Stephen Hawking ve Richard Dawkins gibi büyük bilimadamları her daim evrenin işleyişini ve doğayı yüceltmişlerdir. Bir Kabalistin esas amacı da budur. Kainat kitabını okuyabilmek...Ki Yaratan'ın işlerinin mükemmelliğini, daha da doğrusu, Yaratan'ın kendisini görebilmektir. Bir ceviz ağacını incelemek, sayfalar dolusu kutsal metin incelemekten inanın sizi daha çok Yaratan'a yaklaştırır.




Esasen, ateistlerin çoğu, evrenin muhteşem bir formüller dizaynı olduğunu söylerler.

Ve Kabala'nın buna hiç bir itirazı yoktur.

Çünkü, Kabalistik bakış açısına göre, kainattaki tüm bu formüllerin toplamına Yaratan adı verilir.

Görüldüğü gibi, Einstein, Hawking veya Dawkins gibi ateizmi savunan saygın bilimadamlarının farkında olmadan Kabala inancı doğrultusunda olduğunu anlayabiliriz. Aslında şaşılacak bir şey yok: Evrende "tek" bir gerçeklik var ve dünyayı "farklı" şekillerde dolaşıyor. Tıpkı tek bir sakızı herkesin farklı çiğnemesi gibi.

Yazının sonuna ise kendi kişisel görüşümü eklemek istiyorum: Kanımca, ateist kişilerin reddettiği Yaratan değil, fakat bize Yaratan olarak dinlerin dayattırdığı sistem...Sistemi reddettikleri anda -ki sistemin bir sonucu olarak- Yaratan'ı da reddetmiş gibi oluyorlar. Gerçi siz ne kadar reddederseniz reddedin, bu mükemmel evrenin içindeyseniz zaten Yaratan sistemin içinde yani Yaratan'ın bir parçasısınız. Kısacası, ateist bile olsanız siz Yaratan'ın bir başka yönünü temsil eden ve iyiye hizmet eden Yaratan'ın yansımasından ibaretsiniz.

İnsan, bir kez tüm evrene mana ilminin gözüyle baksa, Yaratan suretinin ifşasını her yerde görebilir.


BURCU AŞÇI
8 MAYIS 2010
ISTANBUL.





















29 Nisan 2010 Perşembe

Bilge Katresi: İncil Nasıl Değiştirildi?


Okumanızı tavsiye edeceğim kitaplardan biridir. Burada, tarih boyunca önce el yazısı ile daha sonra matbaa vasıtasıyla çoğaltılan kutsal yazıların nasıl değiştirildiğini, metin inceleyen bilim adamları tarafından yapılan anlatılar ve örneklerle görmüş oluyoruz.
Burcu A.


Dünyaca ünlü Kutsal Kitap profesörü Bart Ehrman, İncil ayetlerini orijinal dilinde incelemeye ilk başladığında, daha önce tercüme edenler tarafından yapılan yanlışlıkların ve kasıtlı değiştirmelerin ne kadar çok olduğunu fark ederek hayrete düştü. Misquoting Jesus'ta, Ehrman, eski yazıcıların Yeni Antlaşma'da yaptıkları değişikliklerin ve yanlışlıkların ardında yatan hikâyeyi anlatıyor ve bu değişikliklerin bugün kullandığımız İncil üzerinde yarattığı güçlü etkiyi gözler önüne seriyor. Ehrman, açıklamalarını, Grekçe el yazmaları üzerine yaptığı çalışmanın, bir zamanlar İncil hakkında sahip olduğu aşırı muhafazakâr görüşü nasıl terk etmek zorunda bıraktığına dair kişisel yansıması ile çerçeveleyerek dile getiriyor.
Ehrman, sevgiyle anıp aklımızdan hiç çıkartmadığımız İncil hikâyelerinin birçoğunun ve İsa'nın tanrısallığı, üçlü birlik ve İncilin kendisinin tanrısal kaynaklı olduğuna dair yaygın inançların, yazıcılar tarafından yapılan kasıtlı ve rastlantısal değişimlerden -ki bu değişimler İncilin daha sonraki versiyonlarını önemli ölçüde etkiledi- ortaya çıktığını savunarak büyük tartışmalara neden olacak bu konuya ışık tutuyor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kelam Damlası:Proaktiv olmak...


İnsanların belirli bir duruma karşı göstereceği iki türlü davranış şekli vardır. Birincisi,ki malesef çoğumuzun yaptığı, reaktiv olmaktır. Diğeri ise, kendimizi ıslah etmede en büyük taşlardan biri olan proaktivite yoludur.


İsa Hoca'nın söylemlerinden birinde, ağızdan giren hiç bir şeyin insanı kirletmediği fakat ağızdan çıkana dikkat edilmesi gerektiği belirtilir. Ne kadar doğru bir bilgelik! Eski Ahit'te Süleyman'ın Özdeyişleri'nde de sıkça yer alan bir konudur bu. Özdeyişler 18:7'de "Akılsızın ağzı kendisini mahveder" diye yazar. Aynı şekilde Yakup'un Mektubu'nun 3. bölümünde de Dizginlenemeyen Dil başlığı altında insanın anlık öfkesine yenilerek sarfettiği sözlerin ileride kendisine bumerang gibi dönüşünü görebiliriz. Bektaşilik de bunu "eline, beline, diline hakim ol" diyerek kısaca özetlemiştir. En basit örnekle ise bilindik bir Türk atasözü bize bu hakikati bir kez daha anımsatır: "Öfkeyle kalkan zararla oturur."


Yukarıda örneklediğim pek çok durum bizim reaktiviteye yenik düştüğümüz anların temsilidir. Ve reaktiv davranma nedenimiz ise "egomuz"dan ibarettir.


Örneğin, bir arkadaşınızla tartışırken size "salak mısın bunu anlayamadın" gibi bir cümle kurdu. Burada çoğumuz reaktiv davranarak "sen bana nasıl hitap edersin, esas salak sensin, haddini bil" vb. sözler sarfederiz. Dikkat edin, bu sinirin altında, söylenen ufacık bir lafın bizim "egomuzun bam teline dokunulması" söz konusudur. Ego yaralanır, incinir ve öfkelenir. Bunun sonucunda, hiç abartmıyorum, belki de o arkadaşınızla birkaç dakika içinde gülüşüp barışacakken, bir ömür birbirinizin suratına bile bakmayabilirsiniz. Nasıl demeyin, ego kavganın sonrasında bir de "kim arasın" diye sahte bir gururla karşınıza dikilecektir.


Peki, belki gerçekten de arkadaşınız haksız, belki sizi yanlış anladı ve ona göre bir tutum içerisine girdi, belki de o gün çok gergin bir günüydü ve size patlayacağı tuttu. O an da derin bir nefes alıp şöyle deseniz nasıl olur? "Hmm olabilir, belki de konuyu anlamamışımdır. İstersen bir daha anlat irdeleyelim veya çok önemli değilse boşver, başka zamana bırakalım." İşte bu noktada, karşınızdaki de size olumlu veya nötr bir tavır takınacaktır. Çünkü onun egosuna saldırmadınız. Hatta, öyle ki, usta bir manevra ile olayı anlamamış olduğunuzu da kabullenerek egosuna ufak bir yem bile attınız. Dahası, ona seçme şansı da verdiniz: "İstersen anlat ya da boşverelim." Ve karşınızdakinin egosunu yatıştırdığınız için, hiç bir sorun çıkmadı. Ya konuyu bir kez daha ama bu kez sakince, onun da aklı selimken konuştunuz ya da önemsiz bir konu ise üzerinde bile durmadınız. İşte proaktiv olmak budur. Ve bir ipucu vereyim: Aslında burda tüm kontrol sizin elinizde oldu ve sizin tavrınız olayı yönlendirdi. Halbuki reaktiv bir şekilde bağırıp çağırarak yalnızca işin zarar kısmını üstlenecektiniz. Kutsal Kitap yazılarında dendiği gibi, biri seninle bir kilometre yürümek istiyorsa sen ona iki kilometre yürümeyi teklif et...


Proaktiv olmayı aile ilişkilerinizde, iş ortamınızda ve özel hayatınızda başarabildiğiniz takdirde, ruhunuzu ıslah etmekle kalmayıp daha olumlu ve mutlu bir yaşama da adım atmış olursunuz.


BURCU AŞÇI

28.04.2010

ISTANBUL

27 Nisan 2010 Salı

Bilge Katresi: Desiderata




written by Max Ehrmann in the 1920s -- Not "Found in Old St. Paul's Church"! --




Go placidly amid the noise and the haste,


and remember what peace there may be in silence.
As far as possible, without surrender,


be on good terms with all persons.


Speak your truth quietly and clearly;


and listen to others,


even to the dull and the ignorant;


they too have their story.


Avoid loud and aggressive persons;


they are vexatious to the spirit.



If you compare yourself with others,


you may become vain or bitter,


for always there will be greater and lesser persons than yourself.


Enjoy your achievements as well as your plans.




Keep interested in your own career, however humble;


it is a real possession in the changing fortunes of time.
Exercise caution in your business affairs,


for the world is full of trickery.


But let this not blind you to what virtue there is;


many persons strive for high ideals,


and everywhere life is full of heroism.


Be yourself. Especially do not feign affection.


Neither be cynical about love,


for in the face of all aridity and disenchantment,


it is as perennial as the grass.



Take kindly the counsel of the years,


gracefully surrendering the things of youth.


Nurture strength of spirit to shield you in sudden misfortune.


But do not distress yourself with dark imaginings.


Many fears are born of fatigue and loneliness.



Beyond a wholesome discipline,


be gentle with yourself.


You are a child of the universe no less than the trees and the stars;


you have a right to be here.


And whether or not it is clear to you,


no doubt the universe is unfolding as it should.



Therefore be at peace with God,


whatever you conceive Him to be.


And whatever your labors and aspirations,


in the noisy confusion of life, keep peace in your soul.
With all its sham, drudgery, and broken dreams,


it is still a beautiful world.


Be cheerful.


Strive to be happy.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Yaşamın Kıyısından:Sevgiyi İhsan Etmek:ANNELİK


Anne olmak demek doğurmak anlamına gelmez. Çünkü anneliğin kutsal sayılma nedeni, aslında tıpkı Tanrı gibi "karşılıksız vermek" anlamında olmasındandır. Ama, en önemlisi nedir bilir misiniz? Senin olmayan bir çocuğa da aynı duyguyla yaklaşabiliyorsan ve kendi öz çocuğundan ayırmıyorsan, ancak o vakit annelikten söz edilebilinir.

Malesef kadınların doğurma amacı "ego"sal sebeplerden oluyor.
- Evlendik napalım, adamı da iyice elde tutmak için hemen bir tane doğurayım. Zaten nihah ile tapusunu aldım şimdi de sağlama alayım.( çocuk bu konuda bir işe yaramıyor, sadece süreyi uzatırsınız)
- Aileler istedi napalım, vaktiymiş. (neyin vakti, kainatta böyle bir zil sesi mi var acaba?)
- Herkes yaptı ben de yapayım. (herkes başka şeylerde yapıyor, onları da sorgulamadna yapar mısınız?)
-Evliliğim/ilişkim kötü, yapayım bir tane. (bencilliğin hat safhası, zaten bir işe de yaramıyor)
- A valla bilemedim kalıvermişim öyle. (aaa valla mı, günümüzde kazara hamilelik diye bir şey kalmadı artık, binlerce yöntem varken)
- Kadın olmak bu demek. (bravo, kadınlığı tek bir olgu ile sınırladınız ya!)
-Biyolojik saatim geldi. (o biyolojinin olmadık anda cinsel isteği de tuttuğunda ya da adam öldüresi geldiğinde de hemen yapıyor musunuz?)
- Hayatın anlamı bu. (pes valla, koca hayatı bir kelimede özetlediniz, o zaman Güney Doğu'da on tane doğuran kadın Nirvana'ya erdi)

Şuna kısaca, ben egoistim, sonucunu düşünmeden kendi arzum doğrultusunda doğuruyorum desenize...
Ya da...Yaşama başka bir şey verecek kapasitem yok, bari bir anne statüsü kazanayım tarzı düşüncenizi korkmadan açığa vursanıza.

Bu arada, erkeklerin sebebi çok ilginçtir: "Soyum devam etsin." Bir diğeri de şudur: " Eline bir çocuk vereyim hemen, ben hayatımı yaşarım nasıl olsa, eli kolu bağlansın, kırsın dizini otursun." ( Bu daha ilkel ve eğitim seviyesi düşük erkeklerde var gibi durabilir ama yanılıyorsunuz, okumuş pek çok erkeğin bilinç altında bu vardır.)

Aradaki en önemli fark ne biliyor musunuz?
Erkek, çocuğuna baktığında " aman da aşkımın parçası" diye bakmaz. " Benim çocuğum, neslimden" der. Ve bu yüzden erkek, çekip gidebilir. Ya da şöyle diyeyim, bir kadın kadar bağlı değildir. O yüzden çocuk, ilişkinizin tapusu anlamına gelmez.

Tanrı aşkına, hiç şunu düşündünüz mü: "Bu topluma ve dünyaya bir birey yetiştireceğim."
Bunun ciddiyetinin ve sorumluluğunun farkında mısınız?

Ve en önemli soru:
"Siz, kendinizi tamamladınız, geliştirdiniz ve tam bir insan olarak yetiştirdiniz de bu kararı alma aşamasına geldiniz?"

Daha hayatta hiç bir şey görmeden, hiç bir şey üretmeden, ve hiç bir yanlışa girip doğuyu bulma yollarına sapmadan, kısacası siz tam olmadan, nasıl dünyaya bir tane daha "yarım bir ruh" getirebiliyorsunuz?

Peki, hadi yaptınız diyelim. Ne kadar anne olabiliyorsunuz? Tüm gün evde çocukla olmak, yemek yapıp, çamaşırını yıkamak değildir. (bunları kimse olmasa kendiniz için de yaparsınız zaten).
Pahalı yerlerden pahalı markalar giydirip de "benim çocuğum sadece böyle giyinir, buraya gider, şunu yer" demek, bırakın anneliği, bir insana yapılacak en kötü davranıştır.
Para ile ya da tatil ile ya da "ot gibi" kalitesiz zaman geçirerek yanında olmak değildir ebeveyn olmak.

Bu arada, "saçımı süpürge ettim" tarzında söylevlerinizi çocuklarınıza takınmayın. Bu sizin "çıkarcılığınızı" gösterir. On sene sonra o da bana bakar, mantığı ile hareket etmek Tanrı'nın sureti olmaktan uzaktır.
Hiç bir beklentiniz olmadan sevebilecek misiniz? Kendi hayallerinizin yarım kalmışlığını çocuğunuza empoze ederek, kendi egonuzu beslemiş olacaksınız.

Örneğin, okumak istemeyebilir. Ya da sizin gibi paraya önem vermeyebilir ve salaş bir yaşam ister. Belki siz avukat olacak derken bir barda müzisyen olmayı düşler. Belki esrar içecek. Belki eşcinsel olacak. Yargılayacak mısınız? Sakın, o an "saçınızdan" ve "süpürgeden" bahsetmeyin. "Egoistliğiniz" ifşa oldu olacağı kadar.

Ancak...

Bir de Nilüfer örneğini ele alalım. Ya da Meg Ryan-ki kendi öz çocuğu olmasına rağmen evlat edinen bir isim. Keza Angelina Jolie de bu klasmanda yer alıyor.Evet doğurmadılar. Bu dünyada bu kadar sahipsiz çocuk varken, egoistce davranmadılar. Ya da doğurdular fakat içlerinde bambaşka bir sevgi kaynağı vardı ki hiç tanımadıkları bir çocuğa bu sevgilerini "koşulsuzca" aktardılar.

İşte, Tanrı'nın kastettiği o kutsallığı esas bu kadınlar yaşadı...Evlat edinerek...Kan bağının da ötesinde bir "ruh bağı" kurdular.

Doğurduğunuz çocuğa lütfedersiniz.

Ama, sahiplendiğiniz bir ruha ihsan edersiniz.
Ve bilir misiniz? Tanrı, aslında ihsan edendir.

Karşılık beklemeden, soy sopa bakmadan, kan bağına aldırış etmeden, "gerçekten" içindeki sevgiyi koşulsuzca vermektir ihsan etmek...Yani, annelik...Kısacası Yaratan olabilmek...

Lütfen, bu konuyu ruhunuzda bir köşe açıp düşünün...

BURCU AŞÇI
NİSAN 2010
ISTANBUL