29 Nisan 2010 Perşembe

Bilge Katresi: İncil Nasıl Değiştirildi?


Okumanızı tavsiye edeceğim kitaplardan biridir. Burada, tarih boyunca önce el yazısı ile daha sonra matbaa vasıtasıyla çoğaltılan kutsal yazıların nasıl değiştirildiğini, metin inceleyen bilim adamları tarafından yapılan anlatılar ve örneklerle görmüş oluyoruz.
Burcu A.


Dünyaca ünlü Kutsal Kitap profesörü Bart Ehrman, İncil ayetlerini orijinal dilinde incelemeye ilk başladığında, daha önce tercüme edenler tarafından yapılan yanlışlıkların ve kasıtlı değiştirmelerin ne kadar çok olduğunu fark ederek hayrete düştü. Misquoting Jesus'ta, Ehrman, eski yazıcıların Yeni Antlaşma'da yaptıkları değişikliklerin ve yanlışlıkların ardında yatan hikâyeyi anlatıyor ve bu değişikliklerin bugün kullandığımız İncil üzerinde yarattığı güçlü etkiyi gözler önüne seriyor. Ehrman, açıklamalarını, Grekçe el yazmaları üzerine yaptığı çalışmanın, bir zamanlar İncil hakkında sahip olduğu aşırı muhafazakâr görüşü nasıl terk etmek zorunda bıraktığına dair kişisel yansıması ile çerçeveleyerek dile getiriyor.
Ehrman, sevgiyle anıp aklımızdan hiç çıkartmadığımız İncil hikâyelerinin birçoğunun ve İsa'nın tanrısallığı, üçlü birlik ve İncilin kendisinin tanrısal kaynaklı olduğuna dair yaygın inançların, yazıcılar tarafından yapılan kasıtlı ve rastlantısal değişimlerden -ki bu değişimler İncilin daha sonraki versiyonlarını önemli ölçüde etkiledi- ortaya çıktığını savunarak büyük tartışmalara neden olacak bu konuya ışık tutuyor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kelam Damlası:Proaktiv olmak...


İnsanların belirli bir duruma karşı göstereceği iki türlü davranış şekli vardır. Birincisi,ki malesef çoğumuzun yaptığı, reaktiv olmaktır. Diğeri ise, kendimizi ıslah etmede en büyük taşlardan biri olan proaktivite yoludur.


İsa Hoca'nın söylemlerinden birinde, ağızdan giren hiç bir şeyin insanı kirletmediği fakat ağızdan çıkana dikkat edilmesi gerektiği belirtilir. Ne kadar doğru bir bilgelik! Eski Ahit'te Süleyman'ın Özdeyişleri'nde de sıkça yer alan bir konudur bu. Özdeyişler 18:7'de "Akılsızın ağzı kendisini mahveder" diye yazar. Aynı şekilde Yakup'un Mektubu'nun 3. bölümünde de Dizginlenemeyen Dil başlığı altında insanın anlık öfkesine yenilerek sarfettiği sözlerin ileride kendisine bumerang gibi dönüşünü görebiliriz. Bektaşilik de bunu "eline, beline, diline hakim ol" diyerek kısaca özetlemiştir. En basit örnekle ise bilindik bir Türk atasözü bize bu hakikati bir kez daha anımsatır: "Öfkeyle kalkan zararla oturur."


Yukarıda örneklediğim pek çok durum bizim reaktiviteye yenik düştüğümüz anların temsilidir. Ve reaktiv davranma nedenimiz ise "egomuz"dan ibarettir.


Örneğin, bir arkadaşınızla tartışırken size "salak mısın bunu anlayamadın" gibi bir cümle kurdu. Burada çoğumuz reaktiv davranarak "sen bana nasıl hitap edersin, esas salak sensin, haddini bil" vb. sözler sarfederiz. Dikkat edin, bu sinirin altında, söylenen ufacık bir lafın bizim "egomuzun bam teline dokunulması" söz konusudur. Ego yaralanır, incinir ve öfkelenir. Bunun sonucunda, hiç abartmıyorum, belki de o arkadaşınızla birkaç dakika içinde gülüşüp barışacakken, bir ömür birbirinizin suratına bile bakmayabilirsiniz. Nasıl demeyin, ego kavganın sonrasında bir de "kim arasın" diye sahte bir gururla karşınıza dikilecektir.


Peki, belki gerçekten de arkadaşınız haksız, belki sizi yanlış anladı ve ona göre bir tutum içerisine girdi, belki de o gün çok gergin bir günüydü ve size patlayacağı tuttu. O an da derin bir nefes alıp şöyle deseniz nasıl olur? "Hmm olabilir, belki de konuyu anlamamışımdır. İstersen bir daha anlat irdeleyelim veya çok önemli değilse boşver, başka zamana bırakalım." İşte bu noktada, karşınızdaki de size olumlu veya nötr bir tavır takınacaktır. Çünkü onun egosuna saldırmadınız. Hatta, öyle ki, usta bir manevra ile olayı anlamamış olduğunuzu da kabullenerek egosuna ufak bir yem bile attınız. Dahası, ona seçme şansı da verdiniz: "İstersen anlat ya da boşverelim." Ve karşınızdakinin egosunu yatıştırdığınız için, hiç bir sorun çıkmadı. Ya konuyu bir kez daha ama bu kez sakince, onun da aklı selimken konuştunuz ya da önemsiz bir konu ise üzerinde bile durmadınız. İşte proaktiv olmak budur. Ve bir ipucu vereyim: Aslında burda tüm kontrol sizin elinizde oldu ve sizin tavrınız olayı yönlendirdi. Halbuki reaktiv bir şekilde bağırıp çağırarak yalnızca işin zarar kısmını üstlenecektiniz. Kutsal Kitap yazılarında dendiği gibi, biri seninle bir kilometre yürümek istiyorsa sen ona iki kilometre yürümeyi teklif et...


Proaktiv olmayı aile ilişkilerinizde, iş ortamınızda ve özel hayatınızda başarabildiğiniz takdirde, ruhunuzu ıslah etmekle kalmayıp daha olumlu ve mutlu bir yaşama da adım atmış olursunuz.


BURCU AŞÇI

28.04.2010

ISTANBUL

27 Nisan 2010 Salı

Bilge Katresi: Desiderata




written by Max Ehrmann in the 1920s -- Not "Found in Old St. Paul's Church"! --




Go placidly amid the noise and the haste,


and remember what peace there may be in silence.
As far as possible, without surrender,


be on good terms with all persons.


Speak your truth quietly and clearly;


and listen to others,


even to the dull and the ignorant;


they too have their story.


Avoid loud and aggressive persons;


they are vexatious to the spirit.



If you compare yourself with others,


you may become vain or bitter,


for always there will be greater and lesser persons than yourself.


Enjoy your achievements as well as your plans.




Keep interested in your own career, however humble;


it is a real possession in the changing fortunes of time.
Exercise caution in your business affairs,


for the world is full of trickery.


But let this not blind you to what virtue there is;


many persons strive for high ideals,


and everywhere life is full of heroism.


Be yourself. Especially do not feign affection.


Neither be cynical about love,


for in the face of all aridity and disenchantment,


it is as perennial as the grass.



Take kindly the counsel of the years,


gracefully surrendering the things of youth.


Nurture strength of spirit to shield you in sudden misfortune.


But do not distress yourself with dark imaginings.


Many fears are born of fatigue and loneliness.



Beyond a wholesome discipline,


be gentle with yourself.


You are a child of the universe no less than the trees and the stars;


you have a right to be here.


And whether or not it is clear to you,


no doubt the universe is unfolding as it should.



Therefore be at peace with God,


whatever you conceive Him to be.


And whatever your labors and aspirations,


in the noisy confusion of life, keep peace in your soul.
With all its sham, drudgery, and broken dreams,


it is still a beautiful world.


Be cheerful.


Strive to be happy.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Yaşamın Kıyısından:Sevgiyi İhsan Etmek:ANNELİK


Anne olmak demek doğurmak anlamına gelmez. Çünkü anneliğin kutsal sayılma nedeni, aslında tıpkı Tanrı gibi "karşılıksız vermek" anlamında olmasındandır. Ama, en önemlisi nedir bilir misiniz? Senin olmayan bir çocuğa da aynı duyguyla yaklaşabiliyorsan ve kendi öz çocuğundan ayırmıyorsan, ancak o vakit annelikten söz edilebilinir.

Malesef kadınların doğurma amacı "ego"sal sebeplerden oluyor.
- Evlendik napalım, adamı da iyice elde tutmak için hemen bir tane doğurayım. Zaten nihah ile tapusunu aldım şimdi de sağlama alayım.( çocuk bu konuda bir işe yaramıyor, sadece süreyi uzatırsınız)
- Aileler istedi napalım, vaktiymiş. (neyin vakti, kainatta böyle bir zil sesi mi var acaba?)
- Herkes yaptı ben de yapayım. (herkes başka şeylerde yapıyor, onları da sorgulamadna yapar mısınız?)
-Evliliğim/ilişkim kötü, yapayım bir tane. (bencilliğin hat safhası, zaten bir işe de yaramıyor)
- A valla bilemedim kalıvermişim öyle. (aaa valla mı, günümüzde kazara hamilelik diye bir şey kalmadı artık, binlerce yöntem varken)
- Kadın olmak bu demek. (bravo, kadınlığı tek bir olgu ile sınırladınız ya!)
-Biyolojik saatim geldi. (o biyolojinin olmadık anda cinsel isteği de tuttuğunda ya da adam öldüresi geldiğinde de hemen yapıyor musunuz?)
- Hayatın anlamı bu. (pes valla, koca hayatı bir kelimede özetlediniz, o zaman Güney Doğu'da on tane doğuran kadın Nirvana'ya erdi)

Şuna kısaca, ben egoistim, sonucunu düşünmeden kendi arzum doğrultusunda doğuruyorum desenize...
Ya da...Yaşama başka bir şey verecek kapasitem yok, bari bir anne statüsü kazanayım tarzı düşüncenizi korkmadan açığa vursanıza.

Bu arada, erkeklerin sebebi çok ilginçtir: "Soyum devam etsin." Bir diğeri de şudur: " Eline bir çocuk vereyim hemen, ben hayatımı yaşarım nasıl olsa, eli kolu bağlansın, kırsın dizini otursun." ( Bu daha ilkel ve eğitim seviyesi düşük erkeklerde var gibi durabilir ama yanılıyorsunuz, okumuş pek çok erkeğin bilinç altında bu vardır.)

Aradaki en önemli fark ne biliyor musunuz?
Erkek, çocuğuna baktığında " aman da aşkımın parçası" diye bakmaz. " Benim çocuğum, neslimden" der. Ve bu yüzden erkek, çekip gidebilir. Ya da şöyle diyeyim, bir kadın kadar bağlı değildir. O yüzden çocuk, ilişkinizin tapusu anlamına gelmez.

Tanrı aşkına, hiç şunu düşündünüz mü: "Bu topluma ve dünyaya bir birey yetiştireceğim."
Bunun ciddiyetinin ve sorumluluğunun farkında mısınız?

Ve en önemli soru:
"Siz, kendinizi tamamladınız, geliştirdiniz ve tam bir insan olarak yetiştirdiniz de bu kararı alma aşamasına geldiniz?"

Daha hayatta hiç bir şey görmeden, hiç bir şey üretmeden, ve hiç bir yanlışa girip doğuyu bulma yollarına sapmadan, kısacası siz tam olmadan, nasıl dünyaya bir tane daha "yarım bir ruh" getirebiliyorsunuz?

Peki, hadi yaptınız diyelim. Ne kadar anne olabiliyorsunuz? Tüm gün evde çocukla olmak, yemek yapıp, çamaşırını yıkamak değildir. (bunları kimse olmasa kendiniz için de yaparsınız zaten).
Pahalı yerlerden pahalı markalar giydirip de "benim çocuğum sadece böyle giyinir, buraya gider, şunu yer" demek, bırakın anneliği, bir insana yapılacak en kötü davranıştır.
Para ile ya da tatil ile ya da "ot gibi" kalitesiz zaman geçirerek yanında olmak değildir ebeveyn olmak.

Bu arada, "saçımı süpürge ettim" tarzında söylevlerinizi çocuklarınıza takınmayın. Bu sizin "çıkarcılığınızı" gösterir. On sene sonra o da bana bakar, mantığı ile hareket etmek Tanrı'nın sureti olmaktan uzaktır.
Hiç bir beklentiniz olmadan sevebilecek misiniz? Kendi hayallerinizin yarım kalmışlığını çocuğunuza empoze ederek, kendi egonuzu beslemiş olacaksınız.

Örneğin, okumak istemeyebilir. Ya da sizin gibi paraya önem vermeyebilir ve salaş bir yaşam ister. Belki siz avukat olacak derken bir barda müzisyen olmayı düşler. Belki esrar içecek. Belki eşcinsel olacak. Yargılayacak mısınız? Sakın, o an "saçınızdan" ve "süpürgeden" bahsetmeyin. "Egoistliğiniz" ifşa oldu olacağı kadar.

Ancak...

Bir de Nilüfer örneğini ele alalım. Ya da Meg Ryan-ki kendi öz çocuğu olmasına rağmen evlat edinen bir isim. Keza Angelina Jolie de bu klasmanda yer alıyor.Evet doğurmadılar. Bu dünyada bu kadar sahipsiz çocuk varken, egoistce davranmadılar. Ya da doğurdular fakat içlerinde bambaşka bir sevgi kaynağı vardı ki hiç tanımadıkları bir çocuğa bu sevgilerini "koşulsuzca" aktardılar.

İşte, Tanrı'nın kastettiği o kutsallığı esas bu kadınlar yaşadı...Evlat edinerek...Kan bağının da ötesinde bir "ruh bağı" kurdular.

Doğurduğunuz çocuğa lütfedersiniz.

Ama, sahiplendiğiniz bir ruha ihsan edersiniz.
Ve bilir misiniz? Tanrı, aslında ihsan edendir.

Karşılık beklemeden, soy sopa bakmadan, kan bağına aldırış etmeden, "gerçekten" içindeki sevgiyi koşulsuzca vermektir ihsan etmek...Yani, annelik...Kısacası Yaratan olabilmek...

Lütfen, bu konuyu ruhunuzda bir köşe açıp düşünün...

BURCU AŞÇI
NİSAN 2010
ISTANBUL

Kelam Damlası: Yeniden Doğmak


Kutsal kitaplarda bilhassa İsa'nın öğretisinde sıkça duyduğumuz bir terimdir. Bir insan ruhta yeniden doğmadıkça diya başlar İsa...Ve günümüz teolojisinde bu cümle tamamen vaftiz amaçlı kullanılmakta olup bahsedilen ruh'un ise üçlemede yer alan Kutsal Ruh olduğu inancı yaygındır.


Elbette mana ilmi, bundan daha fazlasını söyleyecektir...


Haç nedir isimli yazımda, belirttiğim üzere, haç'ın kişinin kendi egosunu çarmıha germesi olduğunu öğrenmiştik. (http://kabuldergahi.blogspot.com/2010/04/kelam-damlas-hac-nedir.html) Yani, egonuzu yenin !


Bunun hemen ardından ise "yeniden doğuş" gelir.


Kişi, önce kendi eksikliğinin farkına varır. Örneğin, öfkenizin size getirdiği zararları net bir şekilde görmeye başlarsınız. Ya da sahip olduğunuz onca maddiyata rağmen, ruhunuzun hala doymadığının bilincine varırsınız. Belki de dedikodu sevdanızın artık bumerang gibi size döndüğünü fark edersiniz. Peki, farkındalıktan sonra ne olur? Kişi, bu eksikliğini ıslah etmeye başlar. Tıpkı Nuh seviyesinde olduğu gibi, eksikliğini ıslah ederek Işık'ı yaşamına çekmeye başlar. (http://kabuldergahi.blogspot.com/2010/04/kelam-damlasnuh-seviyesi.html)


Aslında burada yapılan işlem, İsa'nın dediği gibi benliği haça germektir. Çünkü gelişen farlındalık duygunuz ile egonuzu yenmek adına onu her gün "çarmıha gerip" eğitmeye başlarsınız. Yani, öldürürsünüz...


Peki, devamında ne olur? Ego'nun ölümü ile birlikte içinizdeki özgecil benliğinize geri dönersiniz. Tüm evrenle bir olduğunu bilen, almak yerine vermenin hazzını yaşayan ve kendisini her gün sevgi ve ihsan'a adayan bir benlik...İşte "yeniden doğuş" dediğimiz kavram budur. Ancak bu noktada Yaratan'ı giyinmeye başlarsınız. Ve kutsal kitap ayetindeki gibi "ruhta yeniden doğanlar Tanrı ile bir olabilirler."


Gördüğünüz gibi, tek bir satırdan oluşan fakat mana ilminin mihenk taşlarından biri olan bu kavram, yüzlerce yıldır teolojinin çıkarcı tekelinde ve kişilerin sığ algılarında, sadece vaftiz faaliyeti adı altına sıkıştırılıp kalmıştır. Oysa ki, büyük bir Kabalist olan İsa, çarmıh ve yeniden doğuş benzetmeleriyle tüm insanlığa esas mesajı veriyordu: Egonu yen ve özgecil benliğine dönüp Yaratan ile bütünleş!


Siz de var olan yaşamınızda farkındalığı arttırıp, umarım, yeni bir ruh ile yaşamınızda güzel bir sayfa açarsınız...


24.4.2010

BURCU AŞÇI

17 Nisan 2010 Cumartesi

Yaşamın Kıyısından: BUGÜN BİR HAYALDİ...


Çocukken ne çok hayal kurardık değil mi? Yeni bir oyuncak bebeğin hayali süslerdi belki düşlerimizi. Hatta, öylesine canlıydı ki bu hayal, o bebeğe sahip olduğumuzu düşünür, ne renk kıyafet alıp saçını ne şekilde tarayacağımızı bile kafamızda yaratırdık. Ya da oyuncak arabımızı hayal eder ve onunla hangi zamanda evin hangi köşesinde oynayacağımızı hatta hangi arkadaşımızla paylaşacağımıza dek tasarlardık. Biliyor musunuz, çoğu da ummadık anda pat diye gerçekleşiverirdi. Neden acaba:) Saf bir istek, yakıcı bir arzu ve imgeleme gücü, ta çocukluğumuzda bile bizim içimizdeyken ne oldu da bu yetiyi sular altına gömdük?


Büyüdükçe, hayal kurmanın saçma bir şey olduğuna inandırdık kendimizi. Daha doğrusu dış güçlerin edinimlerini bize empoze etmesi sonucu önce inandırıldık. Eh, bir şeye ne kadar inanırsanız zihninizde de o denli kök salacağından dolayı, bir de baktık ki hakikaten de hayal kurmak saçma. Neden? Çünkü vakit kaybı ve zaten hiç bir zaman gerçekleşmiyor. Mu acaba?


Biz büyüdükçe egomuz da boş durmadı, bizimle beraber büyüdü. Öyle ki, semirdi bile diyebiliriz. Ve alma arzusu o denli genişledi ki beraberinde kaçınılmaz olarak tatminsizlik duygusunu da getirdi. Hayallerimizle bile tatmin olamadık. Bir daldan diğerine uçan kuşlar misali, hayallerimiz resmi geçit yaptılar usumuzda. Bırakın birini sıkıca tutmayı, izlerken bile yorulduk. Bu da en çok ikincil doğamız olan egomuzun hoşuna gitti. Çeşit çeşit hayaller kurup sonunda da sükutu hayale uğradık.Nihayetinde de çevremizin dayatmasını boşa çıkarmamış olduk: "Hayalperest olacağına otur gerçekçi ol." Oldu, baş üstüne. Hat safhada gerçekçi olup en acı gerçeklerle dolu bir yaşama adım attık.


Oysa, dünyada çizgi film endüstrisinin devi olan adam Walt Disney, bundan nerdeyse bir asır önce ne demişti: "Her şey bir hayalle başladı." Yok canım, Walt amca yanılıyor olmasın, hani her şey çok gerçekti ve daima realite ile başlardı !!!

Yarım asır sonrasında fiziğin büyük üstadı Einstein da buna benzer bir cümle ile egoyu şaşkına çevirdi: "Hayalleriniz geleceğinizin fragmanıdır." Yok artık bu kadarına da pes valla! Ne yani, oturup hayal mi kuracağız tüm gün?


Evet tüm gün hayal kuracaksınız fakat egonuzun sizi alıştırdığı yöntemde değil. İnsanlar iki çeşittir. Birinci grup, oturup sürekli hayal kurar fakat eyleme geçmez. Çünkü, eyleme geçmesini sağlayacak kadar güçlü ve tutkulu bir arzusu yani hayali yoktur. Bu sebepten bugünkü hayali ırmak kenarında küçük bir ev iken, yarın sabaha metropolde çatı katında yaşamayı düşler. Ve bu böyle, tıpkı kuşlar misali, daldan dala konan hayallere dönüşür. Sonuçta da hayallerden hiç bir şey olmayacağı kanısına vararak, bugünün mimarı oluverir.


İkinci gruptaki insanlar da hayal kurarlar. Hem de her gün bunları düşlerler. Ne var ki, onları ilk gruptakilerden ayıran en önemli özellik, hayal ettikleri şeye karşı içlerinde besledikleri tutkudur. Bu tutku öyle bir motor işlevi görür ki, hayallerine giden yolda verdikleri emek ne kadar ağır olsa da içlerinde daima enerjileri vardır. Ayrıca, tıpkı çocuklarda olduğu gibi yaratıcı bir imgeleme ile bu hayallerinin detaylarını bile sanki ona sahipmişcesine zihinlerinde kurarlar. Ve ne olur bilin bakalım? Evren, bu insanlara yol verir, hatta kimi vakit ummadıkları anda hayallerini bir güzel paketleyip kapılarına bırakıverir. ( A birileri mucize mi dedi acaba?:)


Mana ilminde de Yaratan'ın eril ve dişil yanı olduğunu söylemiştik. Eril taraf düşünür, dişil taraf ise aksiyona geçip üretir. Ama dikkat edin, sıralama önemli. Yani, önce dişil taraf üretip sonra da oturup eril taraf "hmm şunu yaratsam" diye düşlemiyor. Sanırım, büyük üstatlar bu bilgiye yaşamlarında vakıf olmuşlardı. Einstein, önce düşledi, arzu duydu, peşini bırakmadı ve gerçekleştirdi. Mozart, oturup da hemen piyano tuşlarına basmadı. Önce kafasında düşledi, sonra aksiyona geçti.


Bugün geldiğiniz konum nedir? Sığ bir yaşamda bir maaş almanın garanticiliği içerisinde küçük çemberinizde mi yaşıyorsunuz? Evet mi, o halde bir vakitler bu sizin hayalinizdi. İnanmazsanız, gidip bilinçaltınıza sorun, tabi egonuz ordan lafa karışacaktır:)


Yarınınızı değiştirmek bugünkü zihninizde yatıyor.

Ve unutmayın, bir vakitler bugün de bir hayaldi...


BURCU AŞÇI

17.04.2010

14 Nisan 2010 Çarşamba

Yaşamın Kıyısından: SIFATSIZ YAŞAMLAR


Bugün, pek çok insanın yaşamına göz attığınızda, malesef, sıfatlara gömülü olarak "kendileri" olamadan yaşadıklarına şahit olursunuz. Daha kötüsü ise, bu seçim kendilerine aittir. Çünkü her birey kendi gerçekliğini yaratır ve yaşam da ona kendisine biçtiği paye ne ise, aynen, verir.

Siz kimsiniz?

Ben mi. Benim adım Filan Falanca. Bilmem ne Bey'in eşiyim. (biraz da kasılırız bunu derken).

Ya şu bayan kim?

A o mu? Onun adı Şu. Filanca kişinin ablasıdır.

O adam mı? Falanca Patron'un yardımcısı.


Bay X'in karısı, Bayan F'nin kuzeni, Bay T'nin kardeşi, Filan Şirketin avukatı,Falan derginin editörü.

Sürekli birilerinin bir şeyi...Acıklı bir sıfat tamlasıdır hayat kimileri için...

Bir de yaralarına dokunduğunuzda ettikleri feryatta şu gizlidir: "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" Cevaplar ise yukarıdaki tamlamalardan ibarettir.

Hayır, senin kim olduğunu bilmiyorum demeyi denesenize. Gerçekten de bilmeyiz çünkü onlar da kendilerinin kim olduğunun bilincine erişememişlerdir. Aramamışlardır benliklerini, lüzum görmemişlerdir kendi yolculuklarının kaptanı olmaya.

Çoğu erken yaşta evlilik telaşına düşer, bir nevi yaşamın sığ sularında garanticilik arzusudur bu. Ne var ki, pek çoğu sükutu hayale uğrar. Uğrar lakin sıfatına öyle bir yapışmıştır ki sıyrılıp atamaz, sanki hayatın ortasında çırılçıplak kalacakmış gibi hisseder. Çünkü, benliğini keşfedememiş ve hiç bir vakit kendisi olmayı başaramamıştır. Öyle ya, sıfatları olmasa, nasıl çağırılacak başkaları tarafından? "Bayan Falanca" geldi. Karşı taraf anlamaz, "Kim?" diye sorar. "Bayan Falanca işte". İnsan, yıllardır süregeln sıfatını bırakınca böyle tek bir isim ve soyada kalınca afallar. Neden mi? Çünkü, benliğinin içi "boş"tur ve doğrusu kim olduğunu ve ayakları üzerinde nasıl duracağını bilemez.


Şehriye teyzenin kızı Fatma...Bildik bileli o Şehriye teyzenin kızı sıfatını taşır. Neden sadece Fatma değil? Çünkü, Fatma, Fatma olabildi mi acaba yaşamında? Ya da yaşamını "kendi başına" anlamlı bir şekilde doldurabildi mi? Ya da Murathan Mungan'ın o ünlü dizelerindeki gibi, "yazgısını hep başkalarının ıstakalarının insafına mı bıraktı?"


Bu dünyada kaç kişi gerçekten "kendi" olmayı başardı? Ya da bunun uyanışına geçip bu uğurda çabalamaya ve risk almaya başladı?Sayıyı inanın bilmiyorum fakat az miktarda oldukları kesin. Ne var ki dünyayı da bu az miktardaki "sıfatsız" benlikler değiştirip geliştiriyorlar.


Hangi kitaptaydı anımsayamıyorum ancak şu cümleler hafızama kazınmış: "Tanrı sana neden şu ilacı bulmadın veya şu konuda farklı davranmadın diye sormayacak. Tanrı'nın tek bir soru hakkı varsa, sana, kendin olup olmadığını soracaktır." Gayet anlamlı...Yaratan'ın birer parçası isek ve O'nun özelliklerini bünyemizde barındırıyorsak, çemberlerimizde dönüp durmak ve ataların yazgısını yaşamak neden?


Sıfatları reddedip, ayaklarınızın üzerinde durmaya ve kendi benliğinizle anılmaya çalışmak yaşamınızın nihayi amacıdır. Ve bunu yapabilmek için risk almak gerekir. Alışkanlıklarınızın dingin dünyasında size hiç bir gelişme sunulmayacaktır. Ve gelişme yoksa Yaratan'ın bir yargısı da yoktur, tıpkı sizin bir yazgınız olmadığı gibi. Çünkü başkalarının yaşamını yaşayarak ve sıfatlara hapsolarak sadece başkalarının yazgısında figüranlık yapabilirsiniz. Halbuki, yaşam sizin...Ve içinizde inanamayacağınız ölçüde büyük bir güç var uyanmayı bekleyen. O gücü uyandırdığınız takdirde, kendi yazgınızı elinize alarak başrolü oynayabilirsiniz.


Üretmek ise benliğin olmazsa olmazıdır. Kainatın dişi yanı olan ve aktivasyonu sağlayan "kadın" a bakın. Ne acıdır ki, ürettikleri ve bu yaşama verebilecekleri sayısız iken, işin kolayına kaçıp sıfat tamlaması ile kurulan bir yaşamın kaosuna kendilerini bırakmışlardır. Ve tarihe damga vuran kadınlara baktığımızda, eril ile dişil yanlarının mükemmel uyumu ile üretimlerini görmek mümkündür.


Ataerkil sistemin travmatik döngüsünde yolunu kaybeden erkeklere bakın. Ruhları bir başka yerde dolanırken, pranga misali bağlı kaldıkları aileleri, işleri ya da çevreleri ile maskeli yaşamlarına göz atın. Ve sıfatların sizlere getirisi koca bir pişmanlıktan ibaret olacaktır. Oysa, yaşama imza atan erkeklere baktığınızda, yeri gelince, kendi benliklerinin rüyası için yani kendileri olabilmek için nice gemileri yaktıklarını görebilirsiniz. Edison, eğer sıfatlar ile insanlara bağımlı kalsaydı, bugün elektrik hayatlarımızda olmayabilirdi.


Büyük insanlar, daima kendileri olmayı başaran insanlardır.

Yaşamda "gerçekten" mutlu ve başarılı olanlar sadece "kendileri" olanlardır.

Bırakın, bireylerin sıfatları onlarda kalsın, onlarla anılsın. Siz ise siz olarak anılmaya çalışın.

Ve önce "uyuttuğunuz" benliğinize bir adım atıp "kendinizi" keşfedin.

Sıfatsız bir yaşamın "özgürlüğü" sizinle olsun.


BURCU AŞÇI

14.04.2010

Bilge Katresi: Uykuyu En Aza İndirin


Oda arkadaşınızı sabah saat 7.00’de uyandırmaya gidersiniz. Homurdanır, “Teşekkürler, hemen kalkıyorum.” der. Beş dakika sonra geri döndüğünüzde onu horul horul uyurken bulursunuz. Onu tekrar sarsar, “Hani kalkmıştın!” dersiniz. Gözlerini yarı açarak “Evet, evet” der ve tekrar uykuya dalar.
Böyle bir durum hiç başınıza geldi mi? Ne yazık ki bu çoğumuzun hayatını nasıl sürdürdüğüne dair çok doğru bir betimleme. Diyebilirsiniz ki , “Daha fazla vakit kaybetmeye tahammülüm yok. Tamam artık. Kendimi işime vermeye başlayacağım.” Bir saat sonra her şeyi unutursunuz. Uykuya geri dönmüşsünüzdür bile.
“Bi-miut Şayna” kelime anlamıyla “uykuyu en aza indirmek” demektir. Yaşama arzusu uykuya karşı bir mücadeledir. Daha derin bir anlamda , hayata uyanmak demektir.
Uyanık kalmak hayatta sürekli bir mücadele gerektirir. Sezgilerimiz vardır. Kararlar alırız. Ama bir saniyeden fazla uyanık kalabilecek miyiz?
UYKUNUN AMACI
Elbette , uykunun olumlu yanı bedenlerimizin çalışması için ona gereksinim duymasıdır. Uyku yeniden enerjiyle dolmamız için bize fırsat verir. Gerilimleri çözer, hem bedenen hem de ruhen iyileşmenizi sağlar.
Hiçbir zaman uykuyu kendi içinde bir son olarak algılamayın. Uykuyu yorucu bir günün ardından gelen bir ödül olarak görmeyin. Uykuyu yeni bir güne başlamak için pillerinizi doldurmanın bir yolu olarak görün.
Gereğinden fazla uyumayın ve “Uyumaya bayılıyorum” diyen bir kişi olmayın. Eğer uykuyu çok severseniz, onu daha çok isteyecek ve hayatınızı uykuyla geçirip gitmiş olacaksınız.
Uykunun iyileştirici gücünden yararlanmanın en iyi yolu kestirmektir. Gözlerinizin kapandığını hissettiğinizde 20 dakika kadar kestirin. Bundan daha fazla uyursanız yeniden günün hızına ayak uydurmak için büyük bir çaba harcamanız gerekir.
Doğru dengeyi yakalayın. Genelde, mümkün olduğunca az uyuyun. Rahat etme arzunuzla mücadele edin. Uykuyu en aza indirin- - ve uyanıklığı en çoğa.
YAŞAMA HEYECANI
Uyku bir serap olabilir. Heyecan ve enerjiyle dolu olduğunuzda uyuyamamanız da bunun kanıtıdır. Hiç güneş doğmadan bir dağa tırmanmak için sabaha karşı saat 4.00’te uyandığınız oldu mu? Uykulu değilsinizdir. Heyecan ve zindelik duygusuyla dopdolu ve uyanıksınızdır.
Eğer hayat sizin için sıkıcıysa canınız uyumak ister. Hayatı seven bir kişi gece uyumak istemez. Yorgunluktan uyuyup kalıncaya kadar koşturur durur- -ertesi sabah bir aslan gibi yatağından fırlar.
Çocuklar kusursuz bir örnektir. Bir bebek gözlerini açar açmaz, enerjiyle doludur. “Yeni bir gün...yeni maceralar..keşfedecek birçok şey ...yaşanacak onca deneyim...heeey!!!!beni beşiğimden kaldırın!”
Hiç bir bebeği uyutmaya çalıştınız mı? Neredeyse imkansızdır! Yaşayacağı heyecanları kaçırmaktan korkar.
Bu yaşama şevkini yakalayabilmek için, hayatın daha derin anlam ve amacına odaklanmanız gerekir. İlginç, doyurucu aktiviteler arayın. Olmasını bekleyeceğinize, yaşamda zevk alınacak durumları kendiniz yaratmaya çalışın. Heyecanlısınız. Yeni bir güne ümitle bakıyorsunuz. Tamamen uyanıksınız.
Niçin bazen yetişkinler uyumak için can atarlar. Sorumluluklarımız üstümüzde baskı yapar. Biraz nefes almak için yatağa girip çarşafların altına gizlenmek isteriz.
Esasa gelindiğinde, yaşamanın güzel olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa hayat mücadelesinden kaçıyor musunuz? Yaşamak güzelse, uyku da bir kaçıştır.
NE KADAR UYKUYA GEREKSİNİMİZ VAR?
Uykuyu günlük programınızın içine alın, gününüzü uykuya bağlı olarak programlamayın. İyi çalışmak için ne kadar uykuya ihtiyacınız olduğunu hesaplayın. Gereğinden fazla mı uyuyorsunuz? Uyku düzeninizin bir aylık çizelgesini çıkarın ve ortalamasını bulun. İhtiyacınız olanı bulmak için bilinçli bir karar almadıkça, sadece uyuklayıp duruyorsunuz demektir.
Uyuklamak yaşamak değildir. Sizi varoluşunuzdan eder.
Maimonides der ki, hasta olmadığınız sürece, sekiz saatlik uyku maksimumdur. Kendinizi ne kadar az uyumaya alıştırabilirseniz, o kadar iyidir. Bir şeyler başarmak, öğrenmek, ve bilge bir kişi olabilmek için daha çok vaktiniz olacak. Vilna Gaon, son 500 yılın en büyük rabisi, günde sadece dörder defa yarımşar saatten olmak üzere, 24 saatte toplam iki saat uyurdu.
Ortalamadan az uyumaktan korkmayın. İnsan çok az bir uykuyla da fiziksel kondisyonunun en üst düzeyinde olabilir. Acemi erlere bazen gecede sadece iki ya da üç saat uyuma izni verilir. Onların “Çılgına dönüyorum.....Kemiklerim eriyor......Deliriyorum!” gibi sözler sarf ettiğini duymazsınız. Kampı bitirdiklerinde mükemmel bir fiziksel formdadırlar.
DAHA AZ UYUMA TEKNİKLERİ
Kendinizi uyanık tutmak için çeşitli teknikler vardır. Oturacağınıza ayakta durun, ya da ayaklarınızı soğuk suya koyun veya soğuk taşlara basın. Babam kendine yatakta uyuma olanağını sadece haftada bir kere, cuma geceleri tanırdı.
Yeruşalayim’de Bet-Amikdaş zamanında Kohen Agadol Yom Kipur gecesi mekik çekerek gece boyunca uyanık kalıyordu. Her türlü egzersiz bedeninize ve zihninize enerji verir.
Daha az uyumak için kendinizi zorlayın. Korkmayın. Ölmezsiniz. Başınıza gelebilecek en kötü şey ne olabilir? Yorgun düşüp uyuyakalacaksınız!
Sabah erkenden yataktan kalkmak için bedeninizi kandırmaya çalışın: “Haydi. Kalkalım! Yoksa bugünkü müthiş [boşluğu siz doldurun] deneyimini kaçıracağız.”
Sıcak bir beden sabahleyin kalkmakta zorlanır. Yalnızca örtüleri üstünüzden atmak bile sizi yataktan kaldırabilir. Bazıları yerde bile uyurlar, çünkü insan yumuşak bir yatağa yapıştığı gibi sert yere yapışmaz.
Her sabah uyandığınızda, dün olanları yeniden düşünün, gözden geçirin ve değerlendirin. Hatalarınızdan ders alın. Yeni bir başlangıç hedefleyin. Uyanık olmaya daha hevesli olacaksınız.
YENİDEN ENERJİYLE DOLMAK
İlginç bir proje üzerinde çalışırken kendinizi kaptırıp sabahladığınız oldu mu? Yorulmaya başladığınız halde kendinizi devam etmeye zorladınız. Derken gücünüz yenilendi, zihninizin yeniden berraklaşıp canlandığı bir an geldi.
Gücün yenilenmesi ancak bir aktivite üzerinde iyice yoğunlaştığımızda gerçekleşir. Canı sıkılan kimse ise uyuklamaya başlar.
Yenilenme gücünü harekete geçirebilmek için kendinizi nasıl işinize vereceğinizi öğrenin. Öğrenciliğimde Perşembe gecelerini sabaha kadar hiç uyumadan ders çalışarak geçirme konusunda arkadaşlarımla yarışırdık. Kendinize benzer bir uğraş seçin. Uykuyla nasıl mücadele edileceğini öğrenmek için iyi bir sınav olur.
YAŞAYAN BİR ÖLÜ OLMAKTAN KAÇININ
Yorgunluk ve uyku hali ile mücadele aslında bir anlam arayışı mücadelesidir. Bir ömür boyu yaşayıp çevrenizdeki birçok şeye karşı duyarsız kalabilirsiniz. Konuşmanız, yürümeniz, yemek yiyişiniz, bilinci yarı açık bir kişininki gibi olmasın. Uyanık olun.
Potansiyelimizin ancak çok az bir bölümünü kullanırız. Bir proje ilgimizi çekip bizi heyecanlandırırsa bütün yaratıcılık salgılarımız ve zihinsel yeteneklerimiz harekete geçer. Uyku haliyle mücadele edin. Her zaman uyanık ve dikkatli olun.
Yaşayan bir ölü olmamaya dikkat edin. Kafanız “bomboş” olarak ortada dolaşmayın. Bazen süper markette sırada beklersiniz ve kafanızda tek bir düşünce bile yoktur, durmuş gibidir. Uyanık kalmak için başınızı sallayın. Kendinizi uyarın: “ Ben ne yapıyorum? Nereye gidiyorum? Niçin gidiyorum?
Yahudilikte esas hedefimiz berraklığa ulaşmaktır. Hayattaki amacınızın ne olduğuna “uyanın”. Şöhret, romantizm gibi hayalleri bir kenara bırakın. Üniversiteden mezun olduğunuzda hemen yönetici olacağınızı sanıp sonra da şoka uğramayın.
Büyük olmak, iyi olmak, insanlığa yardım etmek istiyorsunuz. Bunu nasıl yapacaksınız? Büyük meselelere el atın ve gerçek cevaplar alın. Kendinize sorun: “Ne için yaşıyorum? Hayatımın geri kalan kısmında ne yapmak istiyorum?”
Yalnız yarını ya da gelecek yılı düşünmeyin. Uzun vadeli bir tahmin yürütün. “Mezar taşımda ne yazmasını istiyorum?” Üniversiteden mezun olduktan sonra bir milyon dolar kazandığımı, büyük bir evim olduğunu mu yazsın? Yoksa insanlığa önem verip yardım ettiğimi mi yazsın?
Yaşamanın zevkini keşfedin. Eğer idealleriniz yüksek ve ileriye dönükse, hayatınızı uyuyarak geçirmekten kaçınırsınız. Bu hayat oyunundan vazgeçmek istemezsiniz. Büyük mü olmak istiyorsunuz. Önce bunun farkına varın. Elbette, yaşam bir mücadeledir. Ama o kadar heyecan verici bir mücadeledir ki!
DEĞİŞEBİLİRSİNİZ
Hepimizin bilinçlenme anları, bir şeyi ilk kez kavrayıp “hah!” dediğimiz anlar vardır. Mantığa uyan bir şey duyarsınız. Bir ışık parıltısı belirir- bu bir önsezi, bir geçek, hayatın güzel olduğuna dair bir anlayış olabilir. Bu bilgeliğe varmanın zevkidir. Ampul yanmaya devam eder, ve siz bu fikir çerçevesinde, o ana kadar uyuyordunuz demektir. Uyanmak harika bir duygudur.
Hepimiz zaman zaman böyle aydınlanma anları yaşar, sonra da tekrar uykuya dalarız. Bu yazıyı okuyup diyebilirsiniz ki “ Evet, bu gerçekten iyi bir nokta. Bunu etraflıca düşünüp bir plan yapmalıyım. Sonuçta, hayatta daha bilinçli olmak arzu ettiğim bir şey.
Bu düşünceler aklınızdan geçer ama kitabı kapatır kapatmaz tekrar uykuya dalarlar.
Bir önseziniz olduğunda onu yakalayın. Tıpkı araba sürerken uyuklamaya başladığınızda ne yapıyorsanız öyle yapın. Bir anlık uyukladınız ve yoldan çıktınız. Kendinizi zamanında yakaladınız ve o an hemen uyandınız. Yaşadığınız adrenalin şokunu hatırlayın. Bunun bir daha tekrarlamasını istemezsiniz.
Bir aydınlanma anı yakaladığınızda, hemen bir karar verin. Değişebileceğinize, her şeyin farklı olabileceğine karar verin. “Bu önemli, bu konu üzerinde daha fazla düşüneceğim” deyin.
Ruhsal aydınlanmaya Yahudilikte düzelme anlamına gelen “Teşuva” denir. Hatalarınızın sebep olduğu zararlara bir bakın ve sonuçta ne kadar kaybettiğinizi düşünün.
Yaşınız ne olursa olsun, değişebilirsiniz. Her yaşta gerçeği keşfedip ona göre davranabilirsiniz.
Uyanmayı bir mücadele olarak görün ve gidin savaşı kazanın.
NİÇİN “UYKUYU EN AZA İNDİRMEK”(“UYANMAK”)BİLGELİĞİN BİR PARÇASIDIR?
Yaşam mücadelesi uyanık kalma mücadelesidir.
Hayatın güzel olduğuna karar verin. Yoksa uyuklarsınız.
Vücudunuzu sonuna kadar kullanın ama ona işkence de etmeyin.
Çok uyuyarak hayatın sunduğu fırsat ve zevkleri kaçırmayın.
Yaşayan bir ölü olmamaya dikkat edin. Bomboş bir kafayla ortada dolaşmayın.
Fazla uyku beyni uyuşturur.
Yorgunluk bir alışkanlıktır. Onu kırın.
Eğer uyanık kalmak için önlem almazsanız, uykuya yenilirsiniz.
Yeni bir şey öğrendiğinizde, öğrenmeden önce yarı uykuda olduğunuzu kabul edin.
Eğer zevk alarak yaşamayı öğrenirseniz, uyku kaybolur.
“Son uyku”nuzda sizin için ne yazılmasını istiyorsunuz
?

Bilge Katresi: Kendini Geliştirmenin 50 Yolu



Yahudi yaşamında kendini geliştirmenin 50 yolu vardır. Gerçi, bu sadece Yahudilere özgü değildir, her birey burada belirtilen kuralları yaşamında uygulamaya koyulduğunda, hem ruhen gelişir hem de ruhsal manada seviye atlamış olur. Bunlar sadece konuların ana başlıkları...Üzerlerine tıkladığınız vakit "sevivon" adlı sitede yer alan makalelere ulaşabilirsiniz.Başlıkların kimisini ayrıntılı bir şekilde burada sizlerle paylaşağım.


KENDİNİ GELİŞTİRMENİN YOLU

















































10 Nisan 2010 Cumartesi

Bilge Katresi: Tanrı'nın Dört Sorusu


Yahudilik’te Tanrı nezdinde neyin önemli sayıldığı konusundaki inanç nedir?Talmud’da bu konu ile ilgili çok ilginç bir cevaba rastlanır.


Talmud’un bu bölümünde Rav’lar, kişi öldükten sonra ilahi adalet önüne çıktığında ona sorulacak ilk sorularla ilgili tahminler yürütmektedirler.


Okumaya devam etmeden önce bir ara vererek, Rav’ların kişiye ne gibi sorular sorulabileceği hakkındaki fikirleri ile ilgili kendi tahminlerinizi not edin.


İlk sorunun inançla ilgili olacağını düşünmüş olabilirsiniz: “Tanrı’ya inanır mıydın?” veya geleneklerle ilgili olarak: “Yahudi bayramlarını ve kaşerut’un gereklerini harfiyen yerine getirir miydin?” Halbuki Rav’lara göre ilk sorulabilecek soru: “İşlerini dürüstlükle yürüttün mü?”


Rav’ların anlayışına göre, düzgün bir yaşam (Tanrı korkusunun hissedildiği bir yaşam), başkalarına karşı, özellikle parasal konularda, dürüst davranmaktan geçer. Eğer bu soruya olumlu bir cevap verilemezse, inanç ve geleneklerle ilgili cevaplar hiçbir şekilde Tanrı’yı tatmin etmeyecektir.


İkinci soru: “Tora’yı anlamak, çalışmak için zaman ayırabildin mı?”


İyilik yapma isteği, iyi olmayı garantilemez. Tanıdığınız, ancak hoşlanmadığınız insanları bir düşünün. Onlar kendilerini kötü olarak mı görürler acaba? Çok kötü şeyler yapmış olsalar da, onlar kendilerini herhalde böyle görmezler. İnsanlar, çoğunlukla, yaptıkları ile değil, yapmaya niyetlendikleri ile kendilerini ölçtükleri için, bu kişiler kendilerini herhalde iyi olarak görürler.


Yahudi geleneklerine göre Tora’da, Talmud’da ve Yahudi yasalarında, iyi bir insan olmanın kesin kuralları vardır. Eğer bu kitapları okuyup anlamadıysanız, bir ahlak sorunu belirdiğinde Yahudiliğin bu konuda neyi doğru kabul ettiğini bilmeniz mümkün olmayacaktır.


Üçüncü soru: “Bir aile kurmaya çalıştın mı?”


Herkes evlenmeyebilir. Evlenenlerin hepsinin de çocuğu olmayabilir (çocuğu olmayanların evlat edinecekleri ümit edilir...). Ancak aile kurmaya verilen bu önem başlangıçtan beri Yahudiliğin bir özelliği olmuştur. Tora ayrıntılı bir şekilde Avraam ile Sara’nın bir çocuk sahibi olmak için sarfettikleri çabaları ve daha sonra Avraam’ın oğlu İzak için uygun bir eş bulma girişimlerini anlatır. Atalarımız bir aile kurmaya neden bu kadar önem vermişlerdi? Tanrı’ya ve O’nun adaletle ilgili buyruklarına olan inançlarını onlar öldükten sonra dahi nesilden nesile aktaracak insanlar olacağını garantilemek için. (“Doğru ve adil olanı yaparak yolumda yürümeyi oğullarına ve soyuna buyursun diye Avraam’ı seçtim” – Bereşit, 18:19). Aile kurmak, hayırseverliğe ve “dünyayı düzeltmeye” kendini adama gibi Yahudiliğin temel öğreti ve çabalarının nesilden nesile aktarılmasını güvence altına alacaktır. Çoğu kişi için de evlenmek ve çocuk sahibi olmak onları daha iyi insanlar haline getirir. Diğer taraftan çocuğu olmayan insanlar da amaç ve ülkülerini yeğenleri ve arkadaşlarının çocukları gibi yollarla gelecek nesillere aktarabilirler.


Dördüncü soru: “Dünyanın kurtuluşu için ümit beslemeyi sürdürdün mü?”


İlk üç soru “mikro”kapsamlıdır ve şahsa yöneliktir. Dürüst oldun mu? Tora’yı okudun mu? Aile kurmaya çalıştın mı? Eğer Yahudilik sadece şahısla ilgilenmiş olsaydı, bu sorulara verilecek olumlu cevaplar yeterli olacaktı. Ancak Yahudilik aynı zamanda tikkun olam’la da ilgilenir: Tanrı’nın idaresi altındaki dünyayı düzeltmek. Bu buyruk Yahudi’yi kendi veya aile yaşamının ötesinde bir boyutta düşünmeye zorlar. Bu dünyayı daha ahlaklı bir yer haline getirme yükümlülüğümüz vardır. Kendi yaşam süremiz içinde mükemmelliğe erişeyeceğimizin bilinci bile yapabileceğimizi yapmaktan bizi azletmez. Rabi Tarfon’un öğrettiği gibi, “[Dünyayı mükemmelleştirme] görevini tamamlamak zorunda değilsin, ancak [yapman gereken herşeyi yapmak] tan da kendini alıkoymaman gerek.” (Pirkei Avot 2:21). ***

Yaşamın Kıyısından: SÜPÜRGESİZ YAŞAMLAR


Çoğumuzun sürekli işittiği bir deyimdir "saçını süpürge etmek." Annelerimiz, babalarımız, bilhassa kadınlar kocalarına sürekli kullanır bu "yalan" kokan sözcük dağarcığını. Yalan diyorum, çünkü burada verilmek istenen mesaj şudur: " Ben her şeyi senin için yaptım." Koca bir yalan...
Gelin, hiçbirimizi kandırmadan ama öncelikle kendinizi kandırmadan bir konuşma yapalım.
Kimse, hiç bir şeyi bu hayatta bir başkası için yapmaz.
Nasıl mı?
Örneğin, kocanız on çeşit yemek seviyor. Yapmak zorunda değilsiniz ve esasen hoşlanmıyorsunuz da. Fakat yapıyorsunuz. Seneler sonra adamın gidiş anında olanca kırılmışlığınızla "ama saçımı süpürge edip sana on çeşit yemek yaptım." diyorsunuz. Şimdi söyleyin, o yemekleri gerçekten kocanız yiyeceği ve yerken onun alacağı hazzı düşünerek senelerce gerçek bir ihtiras ile mi yaptınız yoksa...Adam böyle bir adam, aman söylenmesin, hazır bir tane herif bulmuşum elimden gitmesin, ben görevimi iğfa edeyim diye mi yaptınız? Doğru konuşalım, son söylediğim ağır basar. O halde, siz kendinizi yine kendi çıkarınız için senelerce "egonuza" süpürge ettiniz. Adam şimdi gitmek isteyince hiç bunu öne sürmeyin çünkü gidişini hazmedemeyen de "egonuzdan" ibarettir:)
Sevgiliniz var ve en güzel halinizle onunla buluşuyorsunuz. Onun sevdiği tarzda giyiniyor, sürekli kilonuza dikkat ediyor ve her daim incecik zarif görünüyorsunuz. Ne diyeceksiniz adama? "Ama ben hep senin için yaptım." Hayır...Siz, sevdiğiniz kişinin sizi görünce yüzünde oluşan o şehvani gülümseyişi görerek mutlu olduğunuz için yaptınız. Yani kimin için? Yine kendiniz için:)
Arkadaşınız var. Her sıkıştığında yanındasınız, gerek maddi gerekse manevi olarak hep destekçisi oluyorsunuz. Ve gün geliyor aslında arkadaşınızın size o kadar da değer vermediğini, bir nevi kullandığını anlıyorsunuz. Ve başlıyorsunuz yarı öfkeli yarı ağlamaklı "süpürge ettim" nidalarına.Ama, onca zaman hiç mi anlamadınız, şüphelenmediniz? Belki...Hatta evet...Fakat, arkadaşınızla birlikte olmak hoşunuza gidiyordu. Yani kime süpürge ettiniz kendinizi? Egonuza:)
Yaşamda herkes ne yaparsa kendisine yapar. Çünkü evren sizden ibarettir, siz olaylara ve kişilere anlam yüklersiniz. Ve inanın yaşadığınız her şeyin sorumluluğu yalnızca size aittir. Ne var ki, insanlar günah keçisi aramaya meraklılardır, böylelikle kendi "egolarını" hafifletir, masum çıkarırlar. Bunu, başka bir yazımda işleyeceğim. Ancak, diğer yazıma kadar lütfen, attığınız her adımın ve başınıza gelen her şeyin sizin eseriniz olduğu gerçeğini kabul edin.

Sevgiler...Ve süpürgesiz yaşamlar...


BURCU AŞÇI
06.04.2010
ISTANBUL

6 Nisan 2010 Salı

Bilge Katresi: Kabala Nasıl Çalışılır?


Bundan bir kaç y.y. önce bu konu ile alakalı kitapları veya Kabala kitaplarını bulmak imkansız idi. Kabala sadece bir Kabalist’ten bir başka Kabalist’e - sıradan insanlara asla verilmeden - iletildi. Günümüzde bu durum için tam tersi söz konusudur.


Materyalleri herkes içinde dolaştırmak için ve Kabala çalışmasına dahil etmek amacıyla herkese çağrıda bulunmak için bir istek vardır. Bu kitapları çalışırken, maneviyat arzusu gelişir, bu vasıta ile bizi saran Işık, bizden saklı olan gerçek dünya maneviyatının özel büyüsüne yakın olmak isteyen kişilere yansımaya başlar ve bu kişilerde bunları daha çok arzu eder.Kabalistler, Kabala çalışmasının, bu alanda eğitilmemiş kişiler tarafından yapılmasını –bunu belli nedenlerden dolayı yapmaları durumu hariç- yasakladılar. Öğrencilerin doğru biçimde çalışmalarını sağlamak için öğrencilerine dikkatli biçimde davrandılar. Öğrencilerini belli kriterle sınırlamışlardı.


ON SEFİROT’UN ÇALIŞMASINA GİRİŞ kitabının başlarında, Baal HaSulam bu nedenleri açıklamaktadır. Fakat, bu kısıtlamaları Kabala’nın doğru biçimde anlaşılması için gerekli koşullar olarak algılarsak, göreceğiz ki bu koşullar öğrencilerin doğru biçimde Kabala öğreniminden sapmalarını önlemek için gerekli bir yöntem olarak getirilmiştir.Değişime uğrayan şey, Kabala çalışmak için daha iyi koşulların ve daha güçlü bir kararlılığın olduğu ve Kabala dilini daha iyi bildiğimizdir. Çünkü ruhlar, Kabala ve Baal HaSulam gibi Kabalistlerin yazdığı ve bizim hatasız biçimde çalışmamıza olanak veren yorum – çevirileri çalışmak ihtiyacını hisseder. Bu kitaplar vasıtasıyla, herkes artık Kabala öğrenebilir.Kabalayı doğru biçimde çalışmak için öğrencilerin sadece Ari’nin, Baal HaSulam’ın ve Rabash’ın yazdıklarına ve bunların orijinal versiyonlarına odaklanmaları tavsiye edilir.


Kabala’nın ana hedefi maneviyata erişmektir.Sadece bir şey gereklidir: Doğru öğretim. Şayet bir kişi Kabala’yı doğru biçimde çalışırsa, kendini zorlamaksızın ilerler. Maneviyatta hiçbir zorlama yoktur.Çalışmanın amacı, kişinin kendisi ve bu kitaplarda yazılı olan şeyler arasındaki bağlantıyı kişinin keşfetmesidir. Bu bağlantı ve keşif daima akılda olmalıdır. Bundan dolayıdır ki Kabalistler tecrübe ve elde ettikleri şeyleri yazmışlardır. Bu, bilimde olduğu gibi realitenin nasıl inşa edildiği ve işlediği hususunda bilgi elde etmek amacıyla değildir. Kabala metinlerinin amacı, manevi gerçeği hakkında bir anlayış ve yakınlaşma yaratmaktır.


Şayet bir kişi metinlere maneviyat edinmek için yaklaşırsa, metinler bir Işık kaynağı olur ve onu ıslah eder. Eğer kişi metinleri hikmet kazanmak için yaklaşırsa, bunlar o kişi için yegane hikmet haline gelir. İçten gelen talebin ölçüsü, kişinin gücünün ölçüsünü ve ıslahının süratini saptar.


Bu şu anlama gelir ki, eğer bir kişi doğru biçimde çalışır ise, bu dünya ve manevi dünya arasındaki bariyeri aşar. İçten gelen esinin olduğu bir yere girer ve ışığa erişir. Bu, güzel bir işaret olarak bilinir. Eğer kişi buna erişemez ise, çabalarının niteliği ve niceliği açısından ihmalkar olduğunun işareti ortaya çıkar, yeterli çaba göstermemiştir. Sorun, ne kadar çok çalıştığı değil, istek ve niyetlerine nasıl odaklandırıldığıdır; ya da kişinin bir şeylerden mahrum olduğudur. Fakat, eğer ki kişi kendini ıslah etme arzusuna erişir ise, maneviyatı elde edebilir. Sadece o zaman sema kişinin bir başka dünyaya, realiteye ve bir başka boyuta girmesine izin vermek için açılır. Bu aşamaya, doğru biçimde Kabala çalışarak erişebilir.


Sadece hoş şeylerden kaçınarak, Kabala’yı kucaklamak gerçekleşmez, bundan dolayı kişinin arzusu da tutuşmaz. Islah, kendi kendini cezalandırarak olmaz fakat daha ziyade manevi kazanç sonucu ortaya çıkar. Kişi maneviyata eriştiğinde, Işık ona görünür ve onu ıslah eder.


Bu, kişinin değişmesinin yegane yoludur. İyi bir dış görünüş, tavır takınarak maneviyata erişeceğine inanıyorsa, kişi yanılgıdadır, bu tür metodlar iki yüzlülüktür. İç ıslah oluşmayacaktır, zira sadece Işık ıslah edebilir. Çalışmanın amacı, kişiyi ıslah eden ışığın davet edilmesidir. O nedenle de, sadece bu amaç için kendisi üzerinde çalışmalıdır.


Eğer herhangi bir baskı ya da mecburi kurallar veya düzenlemeler var ise, bu insan yapımı olduğunun ve üst dünyalardan gönderilmediğinin bir işaretidir. Ayrıca, iç huzur ve iç uyum maneviyat edinimi için ön koşul değildirler. Bunlar ıslah’ın sonucu ortaya çıkacaklardır. Fakat, kişi, kendisi tarafından bir çaba olmaksızın bunun meydana gelebileceğine inanmamalıdır.


Kabala yöntemi kesinlikle herhangi bir zorlama biçimini rededer. Bu, kişiye maneviyatın işaretini verir ve onun maneviyatı maddiyata tercih etmesine neden olur. Sonra, kişinin maneviyatı ile alakalı olarak arzu ve isteğini açıklığa kavuşturur. O nedenle de, maddi nesnelere olan ihtiyaçları veya onların cazibesine kapılma durumları yok olduğu için kişi bu maddi nesnelerden uzaklaşır.En iyi niyetlerle bile Kabala’yı yanlış biçimde çalışmak kişiyi maneviyattan uzaklaştırabilir. Böylesi bir çalışma sadece başarısız olacaktır.


Manevi dünyaları çalışmak için gerekli olan diller arasında, Tevrat (Hz. Musa’nın 5 kitabını, Peygamberleri, Kitab-ı Mukaddesi kapsar ) Kabala arasında; sonuncusu yani Kabala en yararlı ve direkt olanıdır. Kabala’yı öğrenenler anlayışlarında yanılamazlar. Kabala, bu dünyadan olan isimleri kullanmaz; ama manevi nesneler ve güçler için gerekli olan manevi aletleri gösteren ve bu nesneler ile güçler arasındaki ilişkiyi ortaya direk koyan özel bir sözlüğe sahiptir.O nedenle, öğrencinin iç gelişimini yapması ve kendisini ıslah etmesi için gerekli olan en kullanışlı dildir. Eğer, Baal HaSulam’ın eserlerini çalışırsak, kafamızın karışık olmasında hiçbir tehlike olmaz.Maneviyat, doğru kitapları çalışarak yani gerçek bir Kabalist tarafından yazılan kitapları çalışarak elde edilebilinir. Kutsal kitapların metinleri, Kabala metinleridir. Bu metinler, Kabalistlerin öğrenirlerken birbirlerine yardımcı olmak ve fikir alışverişi yapmak için birbirlerine yazdıkları kitaplardır. Manevi duyguları gelişmiş olan bir kişi bu kitapların gelişimini devam ettirmesinde ne kadar yardımcı olduğunu anlayabilir. Aynı yabancı bir ülkede bir tur rehberi eşliğinde gezinmek gibidir. Kılavuz kitabın yardımı ile, seyahat edenler yönlendirilmiş olur ve nerede bulunduğunu daha iyi anlar.


Ruhumuza uygun olan kitaplara, bizim neslimiz veya bir önceki neslin Kabalistleri tarafından yazılan kitaplara ihtiyacımız vardır; zira her bir nesile farklı ruhlar, her ve her bir nesil farklı öğretme metotlarını gerektirir.


Kabala öğretmeni arayışında olan bir öğrenci bu arayışını dikkatlice yapmalıdır. Sözde Kabalistler vardır ki yanlış öğretirler. Örneğin, vücut kelimesi her ne zaman geçse metinlerde bunun fiziki vücudu kastettiği sağ elin hayırseverliği sol elin de cesareti sembolize ettiği bazen iddia edilir. Bu, kesinlikle, Kitap tarafından yapılan katı bir yasaktır veya Kabalistlerin şu söylemindeki kesin-katı bir yasaktır: “Heykel veya resim yapmayacaksın!”Neden acaba bu şekilde öğreten veya yorumlayan - çeviren kişiler vardır? Öncelikle, onların kendileri dalların Kabalistik dilini [Kabalistlerin Dilleri: Dallar Bölümüne bakınız] anlamamışlardır. Manevi güçler ve fiziki vücudumuz arasında direk bir bağlantı olsa, insanlara hayatta başarılı olmalarını ve maneviyat kılıfı altında fiziki yöntemlerle vücudu tedavi etmelerini öğretmekte başarılı olunmuş olabilirdi.Kabala yazılı eserlerini keşfetmek için doğru çalışma grubuna katılmak önemlidir. Bu, bir Kabalist’in rehberliğinde olmalıdır.


Grup kişiye güç katar. Herkesin, en azından, küçük bir arzusu vardır materyalizm için ve çok daha bir arzu da maneviyat için. Maneviyat arzusunu yükseltmenin yolu, ortak arzu vasıtası iledir. Bu arada olan birkaç öğrenci Or Makif’i (saran Işık) uyandırır. Fiziki vücudun, insandan ayrılmasına rağmen, bu olay maneviyatı etkilemez zira maneviyatta, kalp-noktası herkes tarafından paylaşılır ve daha büyük bir sonuç ile nihayetlenir.


Kabalistlerin tamamı, gruplar halinde çalışanlardır. Rav Simon Bar Yochai ve öğrencileri bir grup oluşturmuştur, aynı şekilde Ari de. Grup, gelişmek için şarttır. Grup, Kabala’nın esas aletidir ve herkes gruba yaptığı katkı ile ölçülür, değerlendirilir.Kendisi de bir Kabalist’in rehberliğinde çalışmış gerçek bir Kabalist’ten öğretiyi almak esastır. Grup, Kabalist ihtiyacını ortadan kaldırmaz, bir Kabalist olmaksızın grup imkansızdır zira o grubu yönlendiren kişidir.


Kabalist, metinler ve Rav - öğrencinin gerçek yöntemden sapmasın diye öğrenciye yardımcı olurlar. Öğrenci, kendi üzerinde ve kendi iç varlığı üzerinde çalışır. Hiç kimse gruptaki bir başkasının ne yerini ne de manevi seviyesini bilir. Kitaplar, grup ve Kabalist sadece o kişiye doğru yolda kalmasında ve maneviyat arzusunu arttırmasında - başka arzular ya da değersiz girişimleri yapması yerine - yardımcı olurlar.


Öğrencilerin başarısız olmalarını engellemek için, bir soru-cevap listesi, kelime ve ifade indeksi verilir. Çalışma seansları boyunca, anlamanın derinliğine veya ölçüsüne değilde manevi gerçeğe çekilir dikkatler. Önemli olan nokta öğrencinin sadece entelektüel ilerleme değil aynı zaman da manevi ilerleme yapmak için motive olmuş olmasıdır.


İnsanların, daha başarılı olma umudu ile Kabala’nın Hikmeti’nin cezbine kapıldıkları doğrudur. Hepimiz, hazzı alma arzusundan meydana gelmişizdir. Bu, bizim temel öğemizdir fakat doğru bir yönlendirme ile kimimiz maneviyata ve sonsuzluğa erişir, onu elde eder. Doğru bir yönlendirmeye sahip olmayan başkaları ise manevi bir şeye erişmiş oldukları hayali ile yaşarlar. Esasında, onlar bu ömürlerinde maneviyata erişme fırsatını kaybederler.


BNEI BARUCH MERKEZI

5 Nisan 2010 Pazartesi

Kelam Damlası: Haç nedir?


Hristiyan ilahiyatında önemli bir yere sahip olan haç sembolü, malesef, gerçek manasından oldukça saptırılmıştır. Bugün kiliselerde mihenk taşı gibi bir sembol ve insanların boynundaki süs olmaktan öteye geçememiştir. Peki, nedir bu haç? Bize neyi anlatmak istedi İsa Hoca? Çünkü "çarmıhını yüklenen ardım sıra gelsin" dediğine göre insanlara vermek istediği bir mesaj vardı.


Bildiğiniz üzere İsa haç üzerinde çarmıha gerilerek Roma Valisinin emri ile öldürülmüştür. Fakat, İsa'nın yaşadığı dönemde büyük suç işleyen kişiler çarmıha gerilirdi ve İsa gibi büyük bir Kabalist için de bu cezadan başkası düşünülemezdi. Ne var ki, günümüz araştırmaları gösteriyor ki, o dönemin haç diye adlandırılan aleti esasında tam olarak bugün kullanılan şekil değil. Üç aşağı beş yukarı benziyorlar. Suçlular bir nevi ince ve uzun bir kazığa elleri ve ayakları çivilenerek çakılırlardı. Kimi vakit sadece eller çivilenir kimi vakit ise eller ve ayaklar aynı anda çivilenirdi. Ve insanlığa manayı öğretmeye çalışan pek çok hocadan biri olan İsa'da bu şekilde öldürüldü. ( veya öldürülmedi, yazık ki bu bile ispatlanamıyor).


Size, kabataslak bir şekilde, haç'ın nereden Hristiyan ilahiyatına geldiğini anlattım. Daha ayrıntılı bilgi isterseniz internet üzerinde arama motorlarından çoğunu bulabilirsiniz.


Fakat, mana ilminde bizi haç'ın bu tarihi kısmı hiç bir şekilde ilgilendirmiyor. Açıkçası, İsa'nın nasıl öldüğü de bizim konumuz değil. Bizim, kendimize edinim çıkaracağımız nokta İsa'nın sözleridir. Tıpkı Musa, İbrahim, Mevlana,Yakup ve Yunus gibi pek çok insan-ı kamil'in bizlere vermek istediği mesajdır almaya odaklandığımız.


Bir insanın kendini çarmıha germesi veya çarmıhı sırtlanması ne anlama gelir? Aslında, İsa'nın tüm anlattıkları ile birleştirdiğiniz de ortaya hoş ve anlamlı bir sembol çıkıyor. İsa, bizlere egomuzu ıslah etmemizi ve Yaratan'ın özelliklerini giyinmemizi vaaz etmiştir. Yani açgözlülük, hırs, kin, nefret, alma arzunuz gibi egodan kaynaklanan negatif etkilerin hepsini çarmıha gerin. Kısacası yok edin. Hem de bunu her gün yapın. Ve bu negatif duygularınızı çarmıhta öldürdüğünüz vakit, Yaratan'ın sevgi ve ihsan özelliklerini giyip hayatınıza pozitif ışığı çekin. İşte, tek bir kelime olan haç'ın derin anlamı bundan ibarettir.


Çarmıhını yüklenen ardım sıra gelsin. İsa'nın öğrencilerine konuşmalarından biridir. Yani, nefsini ıslah et, içindeki kötü arzuyu öldür ve benim Işık dolu yolumdan gel. Çünkü bu yolu arşınlarken egonuz size her daim köstek olmaya devam edecektir. Siz de her seferinde üşenmeden egonuzun çıkar için alma arzusunu çarmıha gerecek ve daha olumlu duyguları benliğinizde uyandıracak şekilde yolunuza devam edeceksiniz.


Gördüğünüz gibi, yüzlerce yıldır Hristiyanlık alemi, bu derin anlamdan öyle uzaklaşmıştır ki, haç çıkarırlar fakat gösteriş bedenlerini sarmıştır. Bir haç görünce eğilirler, fakat ardından dedikodu yaparlar. Çünkü, haç sadece İsa'nın ölümünü ve kendi dinlerini sembolize eden bir tahta parçasından ibaret hale gelmiştir. Acaba İsa bu hali görse ne yapardı? Zannedersem, o kadar büyük bir devrimci ruhu olan bu şahsiyet, ilk önce tüm haçlarını kırardı. Ve sonra o ünlü sözünü yine tekrarlardı: Çarmıhını yüklenen ardım sıra gelsin...


Peki, ister Hristiyan ister Budist ister Müslüman olun, siz hangi özelliğinizi çarmıha gerdiniz şu ana kadar? Egonuzun hangi yönünü ıslah edebildiniz?Ve bunun tek bir an değil fakat yaşam serüveninde süregelen bir durum olduğunu unutmadan olumsuz yönlerinizi bir haç üzerinde kaç kez öldürdünüz? Sanırım, İsa'nın sözlerinde tüm insanlığa vermek istediği mesajı mana ilmi gözünden daha iyi anlayabilmişizdir.


Derleyen: Burcu Aşçı

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kelam Damlası:Nuh Seviyesi


Tüm Kutsal Kitaplardan hepimizin aşina olduğu bir hikayedir Nuh Tufanı. Bir adam, Tanrı'dan aldığı emir ile bir gemi inşa eder. Gemi tamamlandığı vakit, her bir hayvandan dişi ve eril olmak üzere ikişer tane ve kendi ailesini yanına alır. Geride kalan şehir sular altında kalıp kıyameti yaşarken, Nuh ve ailesi kurtulur.


Eğer bu güzel hikayeyi sadece yazıldığı gibi yaşamımıza aktaracak olursak-ki bu imkansızdır- pek çok soru da karşımıza çıkar: Gemide kaç hayvan vardı? Niye falanca yoktu? Hangi metodla inşa etti? Şu şöyle miydi bu böyle miydi, vb. Şimdi, günümüzün aydınlanan insanına ne denli komik görünüyor bu sorular değil mi? Ancak ve malesef, yüzlerce yıl boyunca din adamları bunun gibi pek çok teferruatı ciddi ciddi oturup tartıştılar. Ellerine ne geçtiğini soracak olursanız, koca bir hiç.


Ne var ki, mana ilmi açısından Nuh hikayesini birebir olarak kendi yaşamınızda deneyimleyebilirsiniz. Hatta, farkında bile olmadan yaşamınızın kimi alanlarında Nuh seviyesinde yer alıyor olabilirsiniz. Nasıl mı? Gelin, şu ünlü hikayemize mana ilminin bakış açısı ile bakalım. Ve binlerce yıldır tüm bilginlerin keşfettiği sırra ortak olalım.


Esasen, Nuh, bir insanın yaşamındaki ıslah seviyelerinden biridir. Nuh, çevresindeki insanların günahkarlığını- yani "alma arzusunu" fark edip Tanrı'ya yalvardı. Bizlerde yaşamlarımızda egonun duvarları arasından çıktığımızda bizleri saran kirliliği görürüz. Eksikliğin farkına varmaktır bu. Ve o noktada kişi duaya yönelir.


Duanın hemen peşinden aksiyon gelmelidir. Yani, niyetlediğiniz şey için pasif değil aktif olmalı, harekete geçmelisiniz. Tıpkı bunun gibi, Nuh'da gemi inşa etmeye başladı.


Geminin tamamlandığı vakit Nuh'un 600 yaşında olması da ilginçtir. Çünkü Kabala inancında sefirotların tamamlanması ile elde edilen tamlık sayıdır. Kısacası, Nuh, ıslah olunacak arzusu üzerinde çalışıp o konuda bir tamlığa eriştiğinde gemiye binmeye hak kazandı.


Nuh'un peşinden gelen oğulları, ailesi? Bunlar da sizin ellerinizin işleridir. Çünkü bir yönünüzü ıslah etmeye başladığınızda bu diğer ıslah olunması gereken özelliklerinizi de peşinizden sürükleyecektir.


Gemi haricindeki her şeyin sular altında kalması da epey manidardır. Çünkü siz yaşamınızda bir seviye atladığınız vakit, eski seviyenizdeki bireyler ya size ayak uyduracaktır veyahut yaşamınızdan çıkacaklardır. Kısacası, sizin yeni seviyenize uymayanlar sular altında kalmaya mahkumdur.


Ve Nuh gemiden inince sunu yaktı. Yani,yüreğin kötü düşüncelerini ve bencilliğini yakıp atmış oldu.


Örneğin, siz karamsar bir insansınız ve bu özelliğinizi ıslah etmek istiyorsunuz. Öncelikle Adem seviyesini aştığınız için tebrikler. Çünkü Adem sorgulama seviyesiydi. Şimdi, bu değişim için çalışmaya başlayacaksanız bir üst seviyeye yani Nuh seviyesini geçmiş oluyorsunuz. Ve ilk iş olarak, niyetinizi beyan edersiniz. İster Tanrı, ister Allah, ister Evrensel Güç, ne diyorsanız, ona dua edersiniz çünkü eksikliğinizin farkındasınızdır. "Ben daha olumlu düşünen biri olmak istiyorum." Ve gemi inşası başlar. Bu noktada sürekli olumlu düşünceleri zihninize depolamaya çalışırsınız. Herhangi bir olay öncesi karamsar bir tutum sergilemek yerine hayata daha pozitif bakmaya başlarsınız. Bu sırada, sizin karamsarlığınızla beslenen ve bunu paylaşmaktan haz alan kişiler ise, ya sizinle birlikte bu dönüşümü yaşarlar ya da ufak ufak hayatınızdan çıkmaya başlarlar. Bu da onların sular altında kalışıdır.Siz ise yeni seviyenizde etrafınızda daha olumlu kişiler görmeye başlarsınız. Ve ne olur? Tüm bu olumluluk sizin yaşamınıza da yansıyarak başınıza güzel olaylar gelir. Bir de bakmışsınız ki bu karamsarlık yönünüzü ele alırken haset özelliğiniz de gemiye binmiş ve o da bu ışıktan nasibini alarak kendisini azar azar ıslah etmeye başlamış.


Ve gün gelip başardığınızda şükredersiniz. Bir yakmalık sunu da sizden gelir.


Bizler, hayatımızın her seviyesinde bu dönüşümleri yaşıyoruz. Adeta gemiye inip biniyor ve tüm peygamber seviyelerinde dolanarak ruhun ıslahını sağlamaya çalışıyoruz.


Mesela, siz de bugün tıpkı Nuh gibi bir özelliğinizi ele alıp onu gemiye bindirmeye (ıslah etmeye) çalışabilirsiniz:)


Derleyen: Burcu Aşçı