30 Aralık 2009 Çarşamba

Kur'an'ın Tevrat ve İncil ile Benzerliği


Not: Özellikle İslam ile Yahudiliğin benzerlikleri oldukça fazla...



Muhammed zamanında hem Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncilleri; hem de şu anda var olan Tevrat mevcuttu, bunlar yeni bir oluşum için kaynak olarak vardı.
Zaten, Kuran'da var olan sosyal içerikli temaların hemen hemen hepsi, Tevrat'ta da vardır. Özellikle Tevrat'ın Kuran'ın oluşturulması üzerindeki etkisinin oldukça büyük olduğu gözlenmektedir. bu konuda somut birkaç örnek vermek gerekirse, ebu Hüreyre şöyle demektedir:
"Ehl-i kitap (Yahudiler), Tevrat'ı İbranice olarak okur, bize de Arapça olarak açıklamasını yaparlardı. buna karşı Muhammed bize, 'siz onları ne doğrulayın, ne de yalanlayın' diyordu." (tecrid-i sarih, diyanet tercemesi, no: 1679). Bir diğer örneği de halife Ömer'den dinleyelim: "Ehl-i kitap kendi aralarında Tevrat okurken, ben de onları dinlerdim. gerçekten Kuran ile Tevrat arasında herhangi bir fark görmezdim" (vahidi, eshab-ı nüzul, bakara suresi, 98.ayet) Gerek bu ifadeler, gerekse Kuran ile Tevrat'ın birlikte incelenmesi halinde ortaya çıkacak olan tıpatıp ortak noktalar-benzerlikler gösteriyor ki; gerçekten Kuran'ın oluşturulması sırasında Tevrat kültürü fevkalade ekili olmuştur. Söz, Tevrat ile Kuran arasındaki benzerliklerden açılmışken, bu benzerlikleri, bazı somut örneklerle açıklamakta yarar var. örneğin;

1. Boy abdesti. İslamiyet'ten önce hem Arapların inançlarında, hem de Tevrat'ta (Yahudilikte) mevcuttu. (ibn-i habib, muhabber, s.319; halebi, insanü'l uyun, 1/425 ve Tevrat, "Levililer" bölümü, 15/16-18).


2. Namaz da İslamiyet'ten önce vardı. hatta, bugünkü gibi günde beş vakit kılınıyordu. isimleri, Şaharit (sabah namazı), Musaf (öğle namazı), Minha (ikindi namazı), Neilat şerarim (akşam üstü) ve Maarib (akşam namazı) olarak halk arasında kullanılıyordu. (Hayrullah örs, Musa ve Yahudilik, s.399-405; doç.dr. ali osman ateş, asr-ı saadette İslam; şaban kuzgun, Hz. İbrahim ve Hanifilik, s.117; Epstein, Judaism, s.162.)


3. İslamiyet'ten önce cuma namazı var olup, "Arube" adıyla bilinirdi. bunu, Muhammed'den önce Kab Bin Lüey oluşturmuştu. ayrıca, namazın daha önce var olduğu Kuran'ın birçok ayetinde de bulunuyor. (Al-i imran suresi-39, İbrahim suresi-40, Meryem suresi-31 vb.) İslamiyet'te varlığı en başta Kuran ile (nisa-43) sabit olan teyemmüm (toprakla temizleme usulü), bile daha önceden gelen bir uygulamadır. (islam ansiklopedisi, wensinck, m.e.b. tercemesi, "teyemmüm" madesi, 12/1-223).


4. Muhammed'den önceki dönemlerde Araplar tarafından kutlanan iki önemli bayram geleneği vardı. 21 mart'ta Nevroz, 22 eylül'de Mihriban bayramları kutlanıyordu. Muhammed döneminde, bu bayramlar Müslümanlara yasaklanarak, bunların yerine ramazan ve kurban bayramları getirildi. böylece, iklim değişikliklerini haber vermesi nedeniyle, tarımsal faaliyetler açısından da rasyonel bir yarar sağlayan Nevroz ve Mihriban bayramları, sadece dinsel içeriği olan bayramlar ile değiştirildi. böylece, bayramların da İslamiyet'in getirdiği yeni bir gelişim olduğundan söz edilemez.


5. İslam'i bir gelenek olduğu sanılan "yağmur duası" da daha önceden vardı. bakara suresi'nin 60.ayetinde bu konuya değinilmiştir.


6. İslamiyet'te kadınların kullandığı başörtüsü, Yahudilik ve Hıristiyan kültüründen gelen bir adettir. Yahudi kadınların, özellikle bir ibadeti izlerken, başlarını mutlaka örtmesi gerekiyordu. bu onlar için bir zorunluluktu. kadınların başörtüsü takması, Hıristiyanlık'ta da önemliydi. (Abdurrakman küçük-Günay Tümer, dinler tarihi, s.227; örneğin; pavlus'un 1.korintoslulara mektupları, 11/3-8).


7. İslamiyet'ten önceki gelenekler ile, kişinin kendi annesi, kardeşi, teyzesi, halası, üvey annesi ve eşi henüz hayatta iken baldızı ile evlenmesi yasaktı. Tevrat'a göre, bunlara uymayan kişi idam ile cezalandırılırdı. bunlar da Kuran'da aynen kabul edildi. (örneğin, nisa suresi 23.ayet). (Tevrat, "Levililer" bölümü, 18/6-24 ile 20/11; İbn-i Habib, Mubber, s.325-327 ve Munammak, s.21; Yakubi tarihi, 2/15; ibn-i kuteybe, el-maarif, s.50; belazuri, ensaül eşraf, 1/87; isfehani, el-ağani, 3/152).


8. İçkinin verdiği zarar göz önüne alınarak, konuyla ilgili yasak Muhammed'den önce de uygulanıyordu. bu yasaktan Tevrat ve İncil'de de söz edilir. ayrıca, Muhammed'den önce Osman bin Maz'un, kus bin saide, Hz. Ali, varaka, ebu zer ve zeyd bin amr yasak koymuşlardı.


9.Oruç ibadetinin Muhammed'den asırlar önce var olan bir adet olduğunu Kuran zaten yazıyor. (bakara 183.ayet). hatta, o zaman orucun başlangıcı bile İslamiyet'teki gibi aya göre tespit ediliyordu. tıpkı, bugünkü Müslümanlar gibi, ay'ı görmek için gözetleme heyetleri bile kuruluyordu. (Hayrullah örs, Musa ve Yahudilik, s.409


10. İslamiyet'teki "Kuran'ı hatmetme, hatim indirme" adeti de Yahudilikten alınmadır. Yahudilikte, "Simra tora" adıyla anılan bu gelenekte Tevrat her yıl bir kez hatmedilir ve bunun sonunda da bayram yapılırdı. (Abdurrahman küçük-Günay Tümer, dinler tarihi, s.231.)


11. İslamiyet'te her ayın 13, 14 ve 15.günlerinde oruç tutulmasının sevap olduğuna inanılır. bu günlere "eyyam-ı biz" denir. bu adet de Yahudilikten alınma bir adettir. Muhammed, "kim ayın bu üç gününde oruç tutarsa, sanki senenin tüm günlerinde oruç tutmuş gibidir" demiştir. (Tevrat, "Levililer", 23/4-6; tecrid-i sarih, diyanet tercümesi, 601 numaralı hadisin şerhi, 4/152; sünen-i ebu Davut, Savm-68, no:2449; sünen-i nesai, savm-84, no:2419-2425; ibn-i mace, savm-29, no:1707


12. İslamiyet'ten önceki dönemlerde de, bir kadın kocası tarafından üç kez boşanırsa, artık birbirlerinden ayrılmaları zorunlu olurdu. İslamiyet, bu geleneği de almıştır. (bakara suresi 229 ve 230.ayetler). ayrıca, hac'da kurban kesmek, şeytan taşlamak, senenin 12 ayından dördünün "hürmetli aylar" olarak kabul edilmesi, ölen birisinin yıkanması, kefenlenmesi, cenaze namazının kılınması, verasette kız çocuklara erkeklerin aldığı payın yarısının verilmesi vb. gibi adetler, İslam'dan önce de geçerliydi. (örneğin ibn-i habib, muhabber, s.309-324; halebi, insanü'l uyun, "batn-ı nahle" bölümü, 3/156).


13 İslam'a göre hırsızlık yapan birinin cezalandırılmasındaki yöntem ve hukuki düzenlemeler de Kuran'ın ortaya attığı yeni bir olay değildir. bunlar, eskiden beri var olan düzenlemelerdi. erkeklerin sünnet olmaları, yeni doğan çocuklar için "Akika" denilen kurban kesilmesi, kadınlarla ilgili "iddet" (kadının eşinin ölmesi durumunda yeniden evlenmesi için belirli bir süre beklenmesi zorunluluğu) ve erkekle kadın arasındaki özel ilişkilerin belli bir düzlemdeki yasalarını ifade eden "zihar", "ila" gibi adetler daha önce de vardı. (Tevrat, "tekvin" bölümü, 17/11-14; Kuran, maide suresi 38.ayet; ibn-i habib, muhabber, 329; ibn-i esir, üsd-ül gabe, no.7527-7530; alusi, büluğü'l ereb, 2/50; taberi tefsiri, 23/76).


14. Çalışanın alın terinin kurumadan ücretinin ödenmesi prensibi, Muhammed'in hadislerinde vazedilen bir düzenleme olarak sanılırsa da, bu düzenleme Tevrat'tan alınmadır. (Tevrat, "Tesniye" bölümü, 24/14-15).


17. Kuran'da var olan bütün İsrailoğulları peygamberlerinin tüm efsaneleri, Tevrat'ta kapsamlı biçimde anlatılmaktadır. (örneğin, Hz. İbrahim, Hz.Musa, Hz.Eyüp, Hz.Davut, Hz.Süleyman gibi).


18. Kesilmeyen bir hayvanın (leş) etini yemek, İslamiyet'ten önce de haram idi. (Tevrat, "Levililer", 22/8).


19 Mekke'nin harem bölgesi (hürmetli şehir) sayılması, Hz.İbrahim'den beri gelen bir gelenekti.


20. İslamiyet'teki köleyi azat etmek geleneği, İslamiyet öncesinde de vardı. (tecrid-i sarih, diyanet tercümesi, no:705-709).


21. Zekat verilmesi de İslamiyet öncesinde var olan bir adetti. bu durum, Kuran'ın kendisinde bile yazıyor. (Hz. İsa ile ilgili Meryem suresi 31.ayet, ismail peygamber ile ilgili Meryem suresi 55.ayet, Hz.İbrahim ile ilgili enbiya suresi 73.ayet).


22. Kabe'yi örtme geleneği İslamiyet'ten önce de vardı (moğultay, el-işare, s.49; moğultay, bu kaynağında şu eserlerden alıntı yapmıştır: askeri, el-evail, 16; süheyli, revdü'l unuf, 1/146; ibn-i kuteybe, el-maarif, 551; ibn'il cevzi, telkih, 446; suyuti, el-vesail, s.84; ibn hazm, cemheretü'l ensab, s.189).


23. Yanlışlıkla öldürülen bir insanın kan bedelinin 100 deve olması, İslamiyet'ten önce de var olan bir gelenekti.


24. Farklı inançlarda olan insanların evlenmesine getirilen kısıtlamalar, İslamiyet'e Yahudilikten alınmıştır. (Tevrat, "Tekvin", 34/1-26; "Tesniye", 7/3; Kuran bakara suresi 221.ayet).


25. erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi de İslamiyet'e, Yahudilikten alınmış bir adettir. (Tevrat, "Tekvin", 16/1...,29/17, 32/22; "2. Samuel", 25/40; "1.krallar", 11/1; Kuran, nisa-54, ra'd-38, ahzab-38, sad-23, 24, vb.)


26. İslamiyet'te herhangi bir davanın ispatı için gereken iki erkeğin şahitliği adeti de İslamiyet öncesinden gelmektedir. (Tevrat, "Tesniye", 17/16, 19/15; Kuran, bakara-282; Yuhanna incili, 8/17; Matta incili, 18/16).


27. Kuran'daki cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, yaraya yara.. şeklinde ifade edilen ceza biçimleri de Tevrat'tan alınmıştır. (Tevrat, "çıkış", 2/23-25, "Levililer", 24/17-20, "Tesniye", 19/21; Kuran, Maide-45).


28. İslamiyet'te yemin, ancak Allah'ın adı ve sıfatları ile geçerlik kazanır. bu gelenek de Tevrat'tan alıntıdır. (Tevrat, "Tesniye", 20/20).


29. Kuran'a göre, Allah'a şirk koşmanın cezası çok ağırdır. (nisa suresi 48 ve 116.ayetler). bu inanç, Tevrat'ta da bulunmaktadır. (Tevrat, "çıkış", 22/20, "Tesniye", 17/2-7).


30. Yol kesenlere ve dine göre terör sayılan hareketlere katılanlara ve yer yüzünde fesat çıkaranlara İslamiyet'ten önce de ağır cezalar verilirdi. Kuran'a da bu adetlerden alıntı yapılmıştır. (Kuran, Maide suresi, 33,ayet; İbn-i Habib, Muhabber, 327).


31. Dicle ie Fırat'ın çok önemli iki nehir oldukları da Kuran'a Tevrat'tan yapılmış bir alıntıdır. (Dicle ve Fırat hikayesi için kaynakça: Tevrat, "Tekvin" bölümü, 2/13-14; tecrid-i sarih, diyanet tercümesi, no:1551; Buhari-Müslim, el-lü'lüü ve'l mercan, no: 103; buhari, bed'ü'l halk, 6; Menakıb-ı Ansar, 42; Eşribe, 12; Müslim, iman, no:164, cennet, no:2839 ve diğer hadis kaynakları).


32. Nuh tufanı efsanesi de Kuran'ın birçok ayetine Tevrat'tan alınmıştır.

29 Aralık 2009 Salı

Kelam Damlası: ŞABAT


Kutsal Kitap'ın Yaratılış bölümüne bakacak olursanız, Tanrı dünyayı altı günde yarattıktan sonra, yedinci gün yapmakta olduğu işi bırakıp dinlenmiştir. Ve yedinci günün kutsandığını, dinlenmeye ayırdığı belirtilir. İşte Yahudi takviminde Cumartesi'ye denk gelen bu güne Şabat adı verilir.


Yalnız, yukarıda bahsettiğim metni "dinsel ve şekilci" seviyede ele alırsak, elbette pek çok soru da beraberinde gelir. "Tanrı insan mı ki yoruldu ve dinlendi?", " Tanrı'nın dinlenme ihtiyacı varsa bu noksanlığını gösterir.", "Eğer noksan bir varlık ise neden ona tapınıp inanayım ki?" vb. Bu soruları daha da çoğaltabiliriz.


Ne var ki, mana ilmi açısından bakıldığında, bu satırlardaki anlam öylesine derindir ki, hepimizin belki de farkında olmadan günlük yaşamımızda yaptığımız- ya da çoğu vakit uygulamaya koyamadığımız bir gerçekliği içinde barındırır.


Günler veya haftalar boyunca bir takım şeyler için çabalar dururuz, hedefimize kitlenip ilerleriz. Peki sonrasında ne yaparız? Bir an dururuz. Durup şöyle bir geriye bakarız...Tüm yapılan ve yaşananları gözden geçiririz... Bir nevi olayların/ izlenimlerin bizdeki değerlendirmesidir bu...İşte bu bizim "şabat"ımızdır.


Örneğin bir haftanızı ele alalım. Cuma gününe yetiştirmekte olacağınız bir projeniz var. Tüm hafta koşturma içinde geçti, evrak hazırladınız, mesai arkadaşlarınızla tartışmalar yaşadınız, patronunuzla görüştünüz, firmalarla toplantılar düzenlediniz ve projeniz tamamlandı. Eve geldiniz, bir kadeh içki veya bir fincan çay koyup koltuğunuza uzandınız...Ve...Tüm bir hafta gözünüzün önünden geçti...Konuşmalardaki mimikleriniz, ortağınızın size söyledikleri, bu esnada ailenizle olan gerginlikleriniz...Hepsini gözden geçirdiniz, geriye doğru saran bir film şeridi gibi...Şabat yaptınız...Yaptıklarınızın iyi olduğunu gördünüz ve/veya hatalı olduğunuz anları keşfedip birer ders çıkardınız...


Ruhsal şabat'ınızı tamamladınız...


Sadece materyal yaşamla ilgili değil, ruhsal yaşamınızla ilgili her konuda her bir ıslahınızdan sonra da şabat ilan edilir.

Çabuk öfkelenen bir yapınız var diyelim...Geçmiş izlenimleriniz yani reşimotlarınızı kazımaya başlıyorsunuz...Belki de baskıcı bir anneniz vardı...İçinizde o yıllara yolculuğu başlatıp, manayı çalıştıkça, ve özbeninize giydirilen her bir kabuğu kırdıkça, duruyorsunuz ve geldiğiniz yeni seviyeden bir önceki seviyenize bakıyorsunuz. İşte şabat anınız...


Bu manadan bakıldığında, Tanrı'nın bize vermek istediği mesajı daha iyi algılayabiliyoruz...Muhteşem kainat yaratıldı ve bakıldı ki her şey iyiydi...O bakma anı, yani şabat, hepimizin yaşamlarında var olmalıdır...

Ve en önemlisi ise şabat'ınızda reşimotlarınızı gözden geçirip hayatınıza ışığı çekmektir.


Derleyen: Burcu A.

26 Aralık 2009 Cumartesi

23 Aralık 2009 Çarşamba

Noel/Kutlu Doğuş Bayramı Manası


VE ALLAH “IŞIK OLSUN” DEDİ

Başlangıçta Allah göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; Engin karanlıkla kaplıydı.Ve Allah’ın Ruh’u suların üzerinde dalgalanıyordu Ve Allah, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Allah ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı-Yaratılış 1’den

Hiç kuşkusuz hepimiz şöyle ya da böyle muhteşem bir Yaratan düşüncesini kabul ediyoruz. Buna “hiç” ya da “var” demiş olsak da, bir anlamda inansak da inanmasak da, böyle bir Yaratan düşüncesini kabul ediyoruz. Kainat içinde böyle bir düşüncede, var oluşumuz içinde, kendi dünyalarımızda yani iç algılarımızda yaşayıp duruyoruz. Bu iç algılara göre karşımızdakilere ya da çevremize değer biçiyor ve onları ölçüp biçiyor ve içimize alıp gördüğümüzü, hissettiğimizi sandığımız her şeyi bir manada sanki kalıcı anlamda ve hep varmış gibi algılıyor, hissediyoruz. Hissediyoruz hissetmesine, algılıyoruz algılamasına da acaba doğru mu hissedip algılıyoruz, yoksa eğri mi hissedip algılıyoruz? Bu hissediş ve algıyı neye göre ve kime göre yapıyoruz? Bütün bunları aslında hep kendi değer yargılarımıza, algılarımıza ve beynimizin arkasındaki fotoğraf makinesi gibi var olan iç mekanizmalarımıza göre yapıyoruz. Burada bir gerçek çıkıyor karşımıza; algıladığımızı daha ziyadesiyle fizik dünyadaki bize verilmiş beden içindeki beş duygumuzla algılıyoruz. Yani kendi sınırlı sınırsızlığımız içinde algılıyoruz. Sınırsızlığın sınırlıkta yansıttığı her şeyi kendi sınırlı sınırsızlığımızda algılıyoruz. Ve bu algılar yoğunluğu içinde hep kendi deneyimlerimizi, izlenimlerimizi bu algılara katıyoruz.

MADDE VE MANA
Var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı- Yaratılış 1:3
Bütün bu işleyiş sistemine baktığımızda aslında görünende görünmeyeni kullandığımızı fark ediyoruz. Yani görünende görünmeyeni kullanarak görüneni algılamaya çalışıyoruz. Bir başka deyişle madde vasıtası içinde bizden önce ve sonra da var olmuş ve olacak olanı ve şu anda içinde bulunduğumuz manayı algılıyoruz. Ya da ilizyon halinde algıladıklarımızı algıladık zannediyoruz.

O aydınlanmış insan Musa’nın yaratılışı bize sınırlı dönem kelime ve ifadeleri aktarmaya çalışmasında da aslında bu iki boyutta işleyişi görmemiz mümkündür. Yani mana maddede ifade bulurken madde de manada ifade bulmaktadır. Kutsal yazılara baktığımızda bu iki boyutlu yaklaşımı elden bıraktığımızda aslında esas verilmek istenileni kaybetme gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalırız.
.
Bütün bunlarla birlikte madde ve mananın kucaklaşmasında var olan kainata baktığımızda Yaratan’ı algılamak için her yaratılmış olan kişi de ve düşünen beyin de aslında “başlangıçta” ifadesiyle bağlantılı olarak Yaratan’ın yarattığının farkındalığı vardır ve bu farkındalıkta da kişi yani düşünen beyin ve hissediş esasında olması gerektiği gibi her şeyden önce kendisini hissetmektedir. Yalnızca kendisini hissetmededir ve bu hissedişte kaldığı sürece de Yaratalış olayının gerçekleşmesinin hemen arkasında yer alan durum o kişiden yansımaktadır. Bu yansımada kişi –boş, şekilsiz ve karanlık- yani anlamsızlık içinde, günden güne değişen ve koşullara bağlı varlığı ve umutsuzluğu ile..esas anlamda edinim anlamında bir imandan ve edinim anlamında bir ümitten ve edinim anlamında bir sevgiden yoksun bir vaziyettedir.

IŞIK VE HAZ
Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı –Yuhanna 1:4
Oysa bu koşullun hemen arkasında esas Yaratılışı tamamlayan bir unsur bulunmaktadır. Bu unsur “ışıktır”. Işık hazdır. Yani Yaratan’ın o hiç kimsenin veremeyeceği iç huzur ve inanılmaz manevi saadettir. O Yaratılış hissinde her insana birazcıkta olsa tattırılmış olandır. Çünkü Yaratma sırasında zaten bu Yaratan’ın o muhteşemliğinde bu ışık vardır. Ama esas ışık yani haz ve mutluluğun kaynağı olan o manevi edinim önce boşluğun, şekilsizliğin ve karanlığın hissinden sonra bir edinimdir. Sıra takip edilmelidir. Önce o boşluk, şekilsizlik ve karanlık hissedilmelidir. Sonra da kalp noktasının yukardan uyandırılmasında ışık içeriye alınmalıdır. Aksi takdirde insan bir insan müsvettesi olarak kalacaktır. Oysa yaratılış gayesi “O’nun sureti” olmasıdır. İnsanın bir müsvette değilde suret olmasının esas unsuru ışığın edinim noktasıdır. Yani “ol” emri arkasında “ol” emrine “ışığın” ilavesi esas niyet, esas Yaratan düşüncesidir. Bu yoksa boş, şekilsiz ve karanlık hakimdir ve Yaratan’ın Ruh’u sular üzerinde dolaşmaktadır. Sular “helak” suları da olabilir ya da Arapça ifadesi ile “Khalak” yani “yaratma” suları da olabilir.

Ve Yüce Yaratan için “ışık” esastır. İyi olandır. “İyidir”. İyi Yaratan’dır. Yani İyi “sevgi ve ihsandır”. Bu yaratılış’ın iki aşaması maddenin şekillendirilmesi ve mananın içinde yer alması bu iki kademeli bir yaratıştır. Madde “ışık” yoksa boştur. İnsan elbette “ikinci aşama” olmaksızın dünyada yaşamaktadır. Hatta kendisine dinler bile oluşturup birinci aşamada yani ışığı almadan “sular üstünde Ruh’u” dolaşan Yaratan’ı uzaktan fark edip kendi boşluğu, şekilsizliği ve karanlığı içinde “sadece kendisi için alma” arzusunda “ben ve bencilliğinde” “ben zaten Yaratan’ı tanıyorum” işte demek için her şeyi, dinleri, yeni çağ inanışlarını, falları, büyüleri, kültürel ruhçu anlayışları irdeleyip durmaktadır. Ama bunların hiç biri o esas “haz ışıkları” diyebileceğimiz Allah’tan Allah ve Nur’dan Nur değildir.

FARKINDALIK SEVİYELERİ
Benden sonra gelen benden üstündür- Yuhanna 1:15
Sular üzerinde dolaşan Ruh elbette yaratılmış bütün insanlık içinde o cılız yaratılış ışığını sunmaktadır. Bir çip olarak orada o alıcı konum yerleştirilmiştir. Ama ne zamanki bu Ruh kişiye “Hakikaten esasında ben kimim?” sorusunu sordurmaya başlar işte o zaman kişi “Adem düzeyinde” olduğunu fark etmeye başlayacaktır. Bu farkındalık içinde aslında “dünyaları ben yarattım; demek ki Yaratan benim” demeye başlayacak ve birden bire “arzudan başka bir şey olmadığını” ve yalnızca almak için yaratıldığını ve “ben” durumunu fark etmiş olacaktır. Bu düzeye ulaşılmadan daha üst düzeylere varıp boş, şekilsiz ve karanlık konumdan daha ötelere “beden almış Kelime” düzeyine “Efendimiz Mesih” düzeyine ulaşmak, Mesih’te şekillenmek mümkün değildir.

Bu nedenle önce Adem düzeyinde olduğumuzun farkındalığı şarttır ve “sular üzerinde gezinen Ruh” yani Yaratan Ruh’u aslında o düzeyde kalanların maddeyle bütünleşmelerinden ötürü “sular” altında kalacaklarını yani arzularının hiçbir zaman su üstüne çıkmayacağını beyan edip durmaktadır.

Oysa Nuh gibi su üstüne çıkmak için Adem düzeyinde sorulan soruların geliştirilmesi hatta Yaratan’ın farkındalığında madde üstüne çıkmaya hazırlık için bir gemi inşa edilmesi ve bütün zıt kutupları ile arzulardan her seviye için ıslaha getirilmesi gereken arzuların ıslaha getirilmesi ve daha sonra o küçücük ıslah adımının getireceği “gökkuşağı” esenliği ile İbrahim’de hareket eden bir düzeye ve sonra Yakup güreşmesinden İsrael düzeyine geçilmesi ve Musa ile dağın tepesinde ego üstüne yükselinmesi şarttır. Bunlar hem uzun manevi aşamalar olabilir hem de Kutsal Ruh yani Saran ışığın çalışmasında bu çalışmaya aşağıdan gayretle çok daha hızlı ve kısa bir maneviyat aşaması da olabilir. Bunun için “yukarıdan uyandırılmaya aşağıdan cevap gerekmektedir”. Bu aşamaların farkındalığına “ Mesih doğmaktadır”.

Bu aşamalar yoksa var olan boş, şekilsiz ve karanlıktan başka bir şey değildir. Bunun üstüne törensel inanışları, dinleri getirseniz de, “esası” yani Yaratan Işığını edinecek değilsiniz. Çünkü bu edinim bu aşamaların sonucunda kalpteki noktanızın Mesih’i içeri alması ve “sevgi ve ihsan” olma yolunda sizi dönüştürüp değiştirerek kurtarıcımız Mesih İsa’da biçimlendirmesidir. Bu nefsin yani “kendin için almaya” ölme ve “Yaratan gibi doluluktan hep sevmeye ve ihsan etmeye” kısacası vermeye dirilme yoludur. Efendimiz İsa’nın dünyaya ışık olarak gelmesi aslında bu başından belli niyetin gerçekleşmesi içindir. Bu doğuş esasında ölme ve dirilmeye götüren kısacası bizi “benliğimizin esaretinden” “çıkarcılığımızın esaretinden” kısacası “günah” deyip dini kalıp içinde geçiştirdiğimiz ve baş edemediğimiz o “ben olma” tutkusundan kurtarma girişimidir.

YARATANI EDİNME
Kelam, insan olup aramızda yaşadı-Yuhanna 1:14
Işığı kabul etme aslında bir anlamda Yaratan’ı “kendinde görme” ile yani ışığa yansıtıcı olma gerçeği ile kucak kucağa olmaktır. Çünkü Yuhanna bunu net biçimde ifade şöyle ifade etmektedir. “Allah’ı hiçbir zaman hiç kimse görmedi. Baba’nın bağrında bulunan..” dışında. Ve bu bütünlükten çıkıp yansıyan efendimiz Mesih bu yansımada kendi “Yaratan’ı edinme” boyutunda yüreğe kurtarışını alanlara “Yaratan’ın oğulları olma” ayrıcalığını vermektedir. Yani bu Yaratan’ı “sevgi ve ihsanda” niteliklerinde yaşayarak hissetmektir. “Kaybolan Oğul Meselinde oğul’un en düşkün seviyeden Babasına tamamen kenetlenmesi” halidir. Bu noktanın bu manevi derinliği ise zaten Yuhanna’nın şu cümlelerinde barizdir; “Onlar ne kanda, ne beden ne de insan isteğinden doğdular, tersine Yaratan’dan doğdular”. Esasında bütün anlatılanların esas manevi manada olduğunun ve içimizde Yaratan’dan gelip O’na dönerken arzularımızın ıslahı ile O’na dönüşümüzün esas olduğu gerçeği ve esasın mana olduğu gerçeği gözlerimizin önüne sergilenmektedir.

Bu durumda bize düşen bu gün bu sözleri işittiğimiz anda nerelerde olduğumuzdur. Hangi sorgulamalarla kendi dünyamızı meşgul ettiğimizdir. Adem düzeyinde “ben ve ben ve ben” dediğimiz bir düzeydemiyiz acaba? Yoksa hala gemi mi inşa ediyoruz? Yoksa İbrahim gibi parçalardan bütüne mi hareket halindeyiz? Yoksa Yakup gibi hala Yaratan’la güreşiyor muyuz? Musa gibi “ego” üstüne Sina dağına mı tırmanıyoruz? Bu soruların cevapları sizde ve “sorun cevaplandırılacaktır, arayın bulacaksınız ve kapıyı çalın açılacaktır”. Bütün bu seviyeleri hızlandırmakta sizin “Kutlu doğuşunuzdur”. Bugün Noel diye kutlanılan Efendimiz ve Kurtarıcımız Mesih İsa’nın doğuşunun ve bu kutlamalarının esas manası ve esas gayesi işte bu noktadadır. Bu “kutlu doğuşu” sizin “kutlu doğuşunuz” kılmaktır.

O zaman bu doğuş, bu ışık, sadece bir bedenin belli bir tiyatral anlatım içinde doğmuş olması değil bütün ruh halimize “esas”olması gerekenin bir kez daha, bir kez daha hatırlatılmasıdır. Bu ışık yüreğe girmedikçe “iyi” olmayacaktır. Yaratan’ın “iyi” olarak gördüğü an bu ışığın “olsun” kelimesinde yerli yerinde dünyayı doldurmasıdır. Ve hazzın, mutluluğun pınarı, esası o noktadadır. Ve burada dünya illa madde manasında içinde yaşadığımız dünya şeklinde anlaşılacak da değildir. Esas “benim içimin algıladığı dünyadır”. Ve bu ışık “bu kutlu doğuş” o dünyaya doğmalıdır ki, “yeni doğuş” hakiki bir manevi “on üç yaş” yani maneviyatta olgunluk yaşı “yani doğum günü” olsun. Ve bu manada “Kutlu doğuşu irdeleyenlere” bu doğuş Yüceler Yücesi Yaratan’da ve Mesihinde ve Ruh’unda kutlu olsun…

21 Aralık 2009 Pazartesi

Bilge Katresi: Dua Ne Hakkında Olmalıdır?


Soru: Neden insan dünyevi arzuları için değil de, Yaratan’a sadece ruhani değişim için dua etmeli?
Cevap: Şunu anlamalıyız ki kabul görülen tek dua ruhani değişim için yapılan duadır. Diğer duaların kabul görmesi sadece fiziksel boyuttadır; örneğin yağmur duası, bu tür dualar sadece hayvansal seviyede kabul görür insan seviyesinde değil, çünkü bu dualar vücudun menfaati için yapılır.
Benzer istekler diğer seviyedeki yaratılanlardan da (duran, büyüyen, yaşayan, konuşan) ortak ruh olarak bilinen Şehina’ya yükselir. Ancak her vakada, ızdırap Mutlak Hâkimiyeti yönlendirir. Hayvansal yaşam ve manevi değişim ile ilgili isteklere verilen cevaplar arasındaki esas fark materyal ve manevi boyutta verilen cevaptadır.
Materyal seviyede cevap istenilenin tam tersi olabilir, bu arzulayanı maneviyata doğru daha yakınlaştırmak için özellikle yapılır. Dolayısıyla dua ya verilen cevap rahatlamadan ziyade daha çok baskıya neden olabilir, böylelikle yaratılan varlık giderek rahatı için değil ama değişmek için yukarıdan talepte bulunması gerektiğini anlamaya başlar.
Kabala çalışan kişide ise istek kitapları çalışmasından doğar, manevi değişim için olmasa bile. Bu nedenden dolayı “lo lişma’dan lişma’ya” prensibine göre manevi bir cevap doğar, yani yukarıdan aşağıya ışık iner ve kişide manevi değişimi harekete geçirir.
Bu dua ya da isteğin, çalışmanın insanın geldiği manevi köklere uzanmasındandır. Ve bu dua, yani ışığın eksikliğinin hissi, köküyle beraberlik sağlayarak o kökten ışığı bu dünyada yaratılan ruhun üzerine çeker. İnen bu ışık ruha geldiğinde, ruhun köküyle birleşme özlemini doğurur.
İnsan ya ızdırabın yolunu izleyerek yoluna devam edebilir- kırılan kelim’in reşimotuyla, ya da maneviyatın yoluyla- manevi değişim talebinde bulununca ışıklar zincirinin reşimotuyla.
Her halükarda, şunu anlamak çok önemlidir, materyal şeyler için dua etmek- kalbin derinliklerinden bile geliyor olsa, kalpten olmayan ve yapmacık bir manevi değişim talebinden çok daha zayıftır. Bu materyal duanın acıdan ve mutsuzluktan kaynaklanmasına rağmen bile böyledir, manevi dua ise okuduğu şeylerden edindiği algılayışlarından kaynaklanır.


Michael Laitman

17 Aralık 2009 Perşembe

Dua Zamanı: Ele Aldığın İşi Bırakma Ya Rab!


Bütün yüreğimle Sana şükrederim, ya RAB,

Mukaddes tapınağına doğru eğilir,

Ad'ına şükrederim,

Sevgin, sadakatin için.

Seslendiğim gün bana cevap verdin.

İçime güç koydun, beni yüreklendirdin.

RAB yüksekse de, alçakgönüllüleri gözetir..

Sıkıntıya düşersem canımı korur..

Sağ elin beni kurtarır.

Sevgin sonsuzdur, ya RAB, ele aldığın işi bırakma!

(Mezmur 138'den)

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kelam Damlası: DUA BİNA ETMEK


Hepimiz belki de her gün ellerimizi göğe doğru açıp Tanrı'ya yakarıyoruz. Dinsel seviyede "dua" denilen bu eylemde, bilmem hiç fark ettiniz mi, sürekli alma arzumuz ile Yaradan'a gidiyoruz. Daha da önemlisi ise, dua esnasında sunduğumuz konularımızın pek çoğu materyal yaşam ile ilgili. Örneğin, daha iyi bir iş bulmak, kendimize eş bulmak, çok para kazanmak, beğendiğimiz kazağı alabilmek veya sınavlarımızdan geçer not alabilmek. Bu liste daha da uzayabilir, ki bazı zamanlarda da Tanrı'ya uzun bir liste ile gittiğimiz olur.


E, ne var şimdi, kitaplarda bile Tanrı'dan isteyeceğim yazmıyor mu? diye düşünebilirsiniz. Fakat, buradaki esas temel sorunlardan biri ise Tanrı algılayışımız. Bizler Tanrı'yı daima kendi dışımızda, bizden kopuk ve bir nevi insan figüründe düşlediğimiz için, sanki yukarılarda tahtında oturan bir kraldan bir şeyler istiyor gibiyiz.


Halbuki Yaratan düşüncesi bizim içimizde yer almaktadır. O özden geldiğimize göre, onun özelliklerinin bu dünyadaki aynası gibiyiz. Tek engel ise benliğimizin bize adeta hükmedercesine yaptığı baskılama sonucu ortaya çıkan alma arzumuzdur. Bu arzumuzu ve ego dediğimiz giydirilmiş benliğimizin olumsuz yönlerini ıslah ettiğimiz takdirde, Tanrı'nın özünden kopan esas özgecil ben'imiz ortaya çıkıp ışığını yaymaya başlar. O vakit, İsa'nın dediği gibi "dileyin verilecek, kapıyı çalın açılacaktır." Yani, istediğiniz pek çok şeyi- elbetteki sadece kendi benliğiniz adına bencil bir alma arzusu ile değil- elde edebilirsiniz.


O halde, esas amacımız benliği ıslah etmek olmalıdır. Bu ıslah kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Çünkü hepimizin yaşamımızdaki izlenimlerimiz ve eksikliklerimiz farklıdır. Aslolan, bu ıslahı gerçekleştirmeden önce kendi "eksikliklerinizin" farkında varmaktır. Örneğin, sabırsız bir insansınız ve arkaya dönüp baktığınızda bunun size zarar vermiş olduğunu görüyorsunuz. İşte sizin dua konunuz bu olmalıdır. Çünkü en genel tabiri ile dua, eksikliğin farkındalığıdır.


Bu farkındalığı ortaya koyduktan sonra ise dua bina etmeye başlarsınız. Yukarıda verdiğim sabırsızlık örneğinden konuyu açmaya devam edelim. Tez canlısınız, istediğiniz her şeyin anında olmasını istiyorsunuz, olmayıncada ya gergin ya da mutsuz bir ruh haline giriyorsunuz. Bu da sizin iş ortamınızı etkiliyor ve sürekli iş değiştiriyorsunuz. Ve oturup Tanrı'ya " bana başka bir iş lütfet, ya da şöyle şöyle olan bir iş ortamı istiyorum" diyorsunuz. Peki, evrensel sistem size bu imkanı sundu diyelim. Ama sonuç yine değişmeyecek ki ! Çünkü "siz" değişmediniz. Siz, yine ıslah olmamış benliği ile devam eden sizsiniz. İşte bu noktada sizin duanız, "sabır erdemini" edinmek olmalıdır. Çünkü bir kez o erdemi edinirseniz, zaten dış etkenler sizi rahatsız etmeyecektir ve siz yaşamınızda odaklandığınız planlarınızı sükunet ile realiteye geçirebilirsiniz.


Dua bina etmeye bir başka örnek şu olabilir: Diyelim siz lise öğrencisisiniz. Ve Tanrı'ya falanca sınavı geçmek için dua ediyorsunuz. O bitiyor, sonra üniversite sınavı için, o bitiyor finallerden geçer not almak için, vb. dua ediyorsunuz. Tabi bütün bunlar aslında sizin çabalarınızla gerçekleşeceğinden, sizin ruh halinize göre kimi vakit düşüş yaşıyor kimi vakit ise kazanıyorsunuz. Ama burda sürekli bir durumu kotarmak hali var. Üstelik yolunuzdaki pek çok şey size engel gibi görünüyor ve çoğu vakit sıkılıyorsunuz.

Bir de bir başka öğrenciyi ele alalım. O, ne istediğini biliyor. Kendiniz analiz etmiş. Ve gözünü en tepeye dikmiş. "Ben hukuk alanında doktora yapacağım." Bu kişi, o noktadan itibaren, elbette arzusunda samimi ve güçlü ise, duasını bina etmiş oluyor. Seneler boyunca yürüdüğü yollar ona zul gelmiyor. Bazı anlar başarsızlığa uğrasa bile onun duası sağlam bir temele inşa edilmişse, asla pes etmiyor ve bilin bakalım ne oluyor? Tüm kainat sistemi de onun bu arzusu adına çareler üretmeye başlayıp ummadık kapılar açıyor.


Eliniz ve kolunuzla yaptığınız bir takım hareketler veya anlamadığınız bir dilde sadece ezbere dayalı ettiğiniz dua'nın Yaratan ile size bir yakınlık sağlamayacağı su götürmez bir hakikattir. Çünkü Yaratan düşüncesi zaten sizin içinizde, özgecil benliğinizde bulunmakta. O halde, bizim esas duamız, eksikliklerimizin farkına varıp onları ıslah ederek, tekrardan o ışığa kavuşmaktır.


Derleyen: Burcu A.





İlahi Işığı: Sanadır Rabbim


Yüreğimdeki o yanış,içimdeki o haykırış

Varlığımdaki uyanış Sanadır, Sanadır Rabbim

Varlığımdaki uyanış Sanadır Rabbim, Sanadır.

Huzurundaki işte ben, el pençe divan duran

Dilimdedir dualar, Sanadır, Sanadır Rabbim

Dilimdedir dualar, Sanadır Rabbim, Sanadır.

Ellerim açık havada ruhum ise semada

Dizim bükük duada Sanadır, Sanadır Rabbim

Dizim bükük duada Sanadır Rabbim, Sanadır.

13 Aralık 2009 Pazar

Kelam Damlası: ANLAŞILMAZ YOLLAR


İncil-i Şerif, Romalılar 11:33 Yolları ne denli anlaşılmazdır-
Rom.11:33 Kainat bizim penceremizden bakıldığına anlaşılmazdır. Bizim hem maddeye hem manaya bakışımızda hep içinde bulunduğumuz koşul ve sınırlılık hakimdir. Bu hakim bakış açısı oldukça dar büyük bir okyanusta küçük bir damla misalidir. Durum böyle olunca "göğün kuşlarından yerin sürüngenlerine ve okyanus diplerinde balıklara bile "hükmetmeye davet edilmiş bir manada Yaratan'ı sureti olan insan yılana itaat eder bir hale gelme durumunda kalmıştır. Bu durum Adem seviyesinin durumudur. Bu durum bugünde geçerli olan bir durumdur. Anlaşılmaz olan yollar ve çarklar içersinde kök ve dal ilişkisinin bilincinden uzak olan insan için bütün bu büyüklük bu görkem kafa karıştırıcıdır. Oysa Yaratan'ın yarattığı bütün kainat sistemi Yaratan düşüncesi içinde herşey yerli yerinde yerleşmiş değişmez ve sabittir. Bu sabitlik içinde kainatta hiç bir şey dengesiz değildir. Hiç bir şey yersiz değildir. Herşey olması gereken yerde ve koşul içindedir. Ama bu dahi insan için anlaşılmazdır. Anlaşılmazdır çünkü bunun bir nedeni "görüp görüp görememe ve duyup duyup duyamama" gibi bir soruna sahip olmamızdır. Bu anlama zorluğumuzun belli başlı üç ana nedeni bulunmaktadır; bunlardan birincisi Yaratan suretinde yaratılmışlar olarak aslında bir türlü bu yaratılış düzenini algılayıp, her şeyin tamamen yerli yerinde ve düzen içinde ve bir "sebep sonuç ilişkisinde var olduğunu" kabulde zorlanmamızdır. İkincisi ise, bütün bu sebep sonuç ilişkisinin bizi nereye götürdüğü konusunda bir fikre sahip olmadığımız düşüncesinde olmamız ve dolayısı ile bunun emniyetsizliğidir. Üçüncüsü ise, bu gidişin tamamen bizim arzularımızın, kontrolümüzün ve aynı zamanda istemimizin dışında olmasıdır. Kısacası, "bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete" halk deyişinin çok iyi bir biçimde ifade ettiği gibi aslında tamamen varlık içinde yokluğumuzun farkındalığında olmanın şaşkınlığı içindeyizdir. Çünkü bu denli engin bir kainatın ve bu denli büyük bir madde ve mana denizinin ortasında adeta biz de bize göre Yaratan'ın "hiç-varlık" olması gibi kendi çapımızda ve küçücük bir damla, zerre olmamızdan kaynaklı bir "hiç-varlık" hissiyatı içinde kaybolur gideriz. Bu da bizim o kutsal yazıların başlangıcında ifade edilen Yaratan nurunu yansıtan ve suret olmanın asaleti ve gücündeki insan insan olma özelliğimizi ve bu koşul için yaratılmışlığımızı ortadan kaldırmaktadır.

Gökler Açılır

6 Aralık 2009 Pazar

Article: Was Jesus Married?


WAS JESUS MARRIED?
A QUICK FACT SHEET

SUGGESTIVE EVIDENCE
1. The marriage of Jesus Christ is a taboo subject because most Christians regard it as an impious suggestion. They think this way because marriage implies sexuality, and sexuality is defiled in Christian dogma. A married Christ is rejected for theological reasons, not because of historical facts which may disprove the thesis.
2. While the New Testament "appears" to be silent on the subject, it was not until late in the 2nd Century, that any Christian leader denied that Jesus Christ was married. Justin Martyr and Clement of Alexandria believed that a married Jesus was inconsistent with His role as the Savior of the world, not that marriage would have Him sinful, but rather, that His mission was too demanding and heavenly to allow Him the opportunity for marriage.
3. All later references in the Patristic writings show the Church Fathers following the same pattern: they deny that Jesus was married based upon the supposed silence of the Scriptures and doctrinal problems which were inconsistent with the Church's dogma (e.g. a celibate priesthood, the ritual defilement of seminal emissions, etc.).
4. There was a 2nd Century tradition among various heretical sects which taught that Jesus was married. Clement and others may have been reacting to those movements.
5. Although he didn't say one way or the other, Irenaeus' Doctrine of Recapitulation supports the notion of a married Savior. With a style similar to the Druids, Irenaeus, another 2nd Century leader, taught that Jesus Christ symbolically entered every critical stage of human existence and sanctified it. Since family life, including sexuality, is central to our lives, it seems logically consistent with the mission of a Savior to redeem and sanctify this aspect of our experience, as well.
6. In their dispute with Augustine, the Celtic Pelagians argued that the Atonement of Christ cancelled Original Sin. If Original Sin was, as Augustine argued, a sexually transmitted disease of the soul, then Christ has reversed the process and made it a transmitter of healing, health, and virtue.
7. In keeping with the Creeds of the Church, the offspring of Christ would not have represented a "divine race". The Creeds teach that Christ had two natures: one human and one divine, without mingling and without confusion. Since procreation is a human function, we can reasonably say that the children of Jesus would have been just as human as any other human being.
INDIRECT EVIDENCE
1. Jewish customs of Jesus' day required married Rabbis. Unmarried men were considered a curse to Jewish society. Jesus would not have had much credibility as a leader had He not been married. Although Jesus was a non-conformist and had many conflicts with Jewish tradition, His parents, Joseph and Mary, were not. The Bible says that they were careful to perfectly obey the laws of their people. It also says that Jesus was "subject unto them". Since Jewish culture practiced arranged marriages and early marriage, as well (a Jewish boy was marriageable at age 16), it is reasonable to assume that Jesus' parents would have performed their parental duties faithfully and arranged a bride for the young Jesus. There are 18 silent years in His life (12 - 30). The Gospel of John tells us that there were many other things which Jesus did which have not been recorded.
This point is important because it shifts the weight of presumption. Given the cultural milieu in which Jesus lived and the supporting Biblical evidence, the burden of proof lies with those who do not believe Jesus was married. They must show why Jesus and His parents would have been derelict in their civic responsibilities and not contracted a marriage.
2. According to Josephus, descendants of the House of David felt a moral obligation to perpetuate their line, never knowing which one among their descendants would be the chosen Messiah. Jesus may or may not have known who He was, but regardless, He lived as a normal person until called by the ministry of John the Baptist.


DIRECT EVIDENCE
1. Hippolytus, a Christian leader from the late 2nd Century, was followed by Origen in the 3rd Century in saying that the Song of Solomon was a prophecy of a marital union between Christ and Mary Magdalene. Although they believed Mary was symbolic of the Church, nevertheless, the notion presupposed a real, albeit a spiritual (meaning non-sexual), marriage between Mary and Jesus.
2. There are hints scattered in the Gospels of a special relationship between Jesus and Mary. If she is the same Mary of Bethany in John 11, then we can explain why Martha arose to greet Jesus and not Mary. Some scholars say she was sitting shiva according to Jewish custom. "Shiva" was when a woman was in mourning. Married women were not allowed to break-off from their mourning unless called by their husbands. In this story, Mary does not come to Jesus, until He calls her.
· At the Resurrection, when Mary meets Jesus in the Garden, there is a degree of intimacy (see the Aramaic here) which one would expect between lovers, not friends.
· The Greek word for "woman" and "wife" is the same. Translators must rely upon the context in deciding how to translate it. Sometimes, the translation is arbitrary. When Mary is referred to as a "woman" who followed Jesus, it can just as easily be translated as "wife".
4. The story of Mary with the alabaster jar anointing the feet of Jesus is cited by some scholars as the most direct witness to their marriage. It is in all four Gospels and was a story in which Jesus gave express command that it be preserved. This ceremony was an ancient one among many royal houses in the ancient world, which sealed the marital union between the king and his priestess spouse. We find it mentioned briefly in the Song of Solomon. Although we may not understand its significance, Jesus and Mary knew exactly what they were doing. To be the valid Messiah, He had to be anointed first by the Bride. They were by-passing the corrupt Jewish establishment.
There is more support for the marital status of Jesus. However, it involves a discussion of the Old Testament prophets which would be too tedious to undertake, here. It is important to realize, however, that belief in a married Jesus does not require any more faith than a resurrected Jesus. And if you know where to look, you can find just as much biblical evidence for both.


Recommended reading:

Was Jesus Married?, by William E. Phipps, Harper & Row, 1970
The Woman with the Alabaster Jar, by Margaret Starbird, Bear & Company, 1993