31 Mart 2010 Çarşamba

Bilge Katresi: İşleyen Güç


Yaradılışta Yaradan'ın gücü'nden başka, hiç bir güç yoktur.
Yaradılış sürecinde, Yaradan'ın gücünden başka, her hangi bir şeyde değişiklik yapmaya muktedir hiç bir güç yoktur.
Buna rağmen bazen, bu gerçeğin tersini görmekteyiz. Yaradan'ın özelliğini ve yeryüzündeki hâkimiyetini inkâr eden güçlerin varlığını neden görüyoruz?


İnsanı onarmak için. Onarım bozuk bir şeyi tamir etmektir. Bozuk olan da Bencilliğimizin ölçüleridir. Yaradan bunu kendi isteği ile böyle yapmaktadır.
İnsanın doğasında var olan benlik duygusu, insana sanki her şeyi biliyor ve her şeye hakim olabiliyor hissini verir.
Oysa durumun böyle olmadığını, aslında hâkimiyetin insanda olmadığını, insanın kendi doğal özyapısında en ufak bir değişikliği yapması bile, Yaradan'ın yardımı sayesinde gerçekleştiğini anlamamızı sağlamak içindir.


Biz insanlar maneviyat alanında henüz gelişmemiş, çocuk gibiyiz, kendi ayaklarımız üstünde duramıyoruz, henüz yürümesini değil ayakta kalmayı bile beceremiyoruz.
Her zaman, alışık olduğumuz dünyevi yaşantımıza döneriz, çünkü bu mücadele bir ikilem mücadelesidir, bir tarafta maneviyat, diğer tarafta hayatın dünyevi zevkleri. İnsan bu durumun sonsuz bir şekilde devam ettiğini görmektedir. Maneviyat alanında kısa bir müddet kaldıktan sonra oradan tekrar dünyevi zevklere itiliyoruz.


İnsan, maneviyata doğru ilerlemediğini görür, kendi iç dünyası dışında kalan manevi üst dünyalara varmak ve Yaradan'a yaklaşmak yerine, gerilediğini ve kendinde dünyevi zevklere karşı olan düşkünlüğü geçmişe nazaran daha kuvvetli olduğunu görür.Manevi alandan itilmenin bize yararı şudur. İnsan bu itilmelerin ardından Mücadeleyi tamamen kaybettiğini hissederek, kendi gücü ile Yaradan'a yaklaşmanın imkânsız olduğunu anlar. Devamlı maneviyatın dışında kalmanın korkusuna kapıldığı için, Yaradan'dan başka ona yardımcı olabilecek kimsenin olmadığına karar verir. İnsan verdiği bu karar sayesinde yüreğinde Yaradan'a karşı gerçek bir talepte bulunur ve ondan, gözlerini ve kalbini açmasını isteyerek kendisini gerçek bir şekilde maneviyata yaklaştırmasını talep eder. Görülüyor ki insan bundan evvel manevi alanda hissettiği bütün itilmeler, Yaradan tarafından gelmişlerdir. Bütün bu itilişler insana yerinde saydığını hissini vermesine rağmen, aslında insanın bulunduğu durumdan yetinmesini önlemek için olup, insanın manevi yönden gelişmesini temin etmek içindir.


Bu İtilmeler insana gelen bozucu olgulara karşı koyamadığı için yapmış olduğu kötü şeylere ceza mahiyetinde gelmemiştir, sadece onun manevi yönden gelişmesini sağlamak için geçmesi gereken bir süreçtir.


Bu süreçte, Yaradan, kendisine yaklaştırmak istediği insanlara, söz konusu bu itilmeler aracılığı ile ve kendi inisiyatifini kullanarak o insana yukarı kattan yardım gönderir. Böyle bu yardımı yaradan, sadece bu dünya seviyesinden daha yüksek bir seviyeye gerçek anlamda yükselmek isteyenlere gönderir.


Yükselmek isteyen insana yapılan yardım, bizim mantığımızın aksine çalışır.
Bu insana yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu ve maneviyata yaklaşamadığını gösterirler ve Yaradan'ın özellikleri hakkında yanlış düşünce ve fikirler ileri sürmesini sağlarlar, tüm bunları insanın Yaradan'la özdeşleşmemiş olduğunu görmesini sağlamak içindir. İnsan hissettiği tüm bozucu olgulara karşı ne kadar direnç gösterirse ve maneviyat yolunda ne kadar ilerlemek istiyorsa da, Kutsiyetten adım adım uzaklaştığını görür.


Bu insan her zaman Yaradan'a karşı her çeşit taleplerde bulunarak halini şikâyet eder ve Yaradan'ın kendisine karşı davranışını ve Yaradan'ın neden her zaman kendisini ret ettiğini anlamaz. İnsan sonuçta, maneviyat alanında bir yeri olmadığına hatta böyle bir ümit bile olmadığına kanaat getirir. İnsan bu safhaları geçtikten sonra, ben maneviyata sadece Yaradan'ın yardımı ile yaklaşabilirim kanaatine varır.
Açıkça görülüyor ki, onarım, Yaradan'ın hâkimiyetine karşı, insana gönderilen düşüncelerin içinde var olduğudur.


Derler ki, çocuk düşe kalka yürümesini öğrenir.
Biz insanlar da çocuklar gibiyiz, bu düşüşlerimiz, manevi kalkışlarımızdan daha fazla olmasına rağmen, maneviyata her giriş ve çıkış bizi ileriye doğru itmektedir. Aynen çocuklar gibi düşe kalka yürümesini öğrendikleri gibi, biz insanlar da maneviyata girerek ve çıkarak Yaradan'ın yardımları ile ulaşabiliyoruz.


Tüm bozucu işaretlere rağmen insan, devamlı olarak bütün varlığıyla ve tüm düşünceleriyle Yaradan'a bağlı kalmalıdır. İnsan bu bağlılığını, kendini en kötü şartların etkisi altında bulduğu zaman bile korumalıdır ve Yaradan'ın dışında hiç bir gücün hüküm sürmediğini, tek hükümdarın Yaradan olduğunu, ondan başka hiç bir gücün bizi iyi veya kötü yönde etkileyemeyeceğini bilmekmecburiyetindeyiz. İnsan bazen dünyada Yaradan'dan başka güçlerin var olduğu düşüncesine kapılarak, sadece kendi iradesi ile hareket ettiğini düşünür, şöyle ki daha dün maneviyat üzerinde düşüncelere sahip olmak istemediğini düşünerek, Yaradan'ın dünyayı yönettiğine inanmadığını gösterir ve başka Tanrılara inananlardan birisi gibi olur.
İnsan her şeyin Yaradan tarafından yapıldığını düşünmelidir, böyle düşünmüyorsa, tersini düşündüğü için pişmanlık ve hüzün duymalıdır.


Bu aşamada neye karşı pişmanlık ve hüzün duyduğunu anlamak mecburiyetindedir: Yaradan onu maneviyat alanından, dünyevi düşüncelere ittiği için mi üzülmeli, yoksa kendisine, hor gördüğü düşüncelerle eğlenmek için vermiş olduğu arzu yüzünden mi, yoksa geçmişte değersiz bulduğu şeylerle tekrar uğraşmaya başlamak için heveslendiği için mi pişmanlık duymalıdır.
Aynı şekilde, insan kendini yükselmekte olduğunu görünce, şöyle ki Maneviyatın tadını hissettiği zaman ve maneviyata hevesli olduğu zaman bile, maneviyata varmak için her şeyi bir kenara bırakmak gerektiğini anladığını düşünmemelidir.
Sadece şimdi Yaradan'ın beğenisini kazanmış olduğunu bilmelidir. Yaradan onu bu nedenle kendisine yaklaştırmaktadır ve bu nedenle Maneviyatın tadını hissetmektedir.


Yaradan'ın dışında dünyayı işleten başka güçlerin olduğu düşüncesine kapılmamak için dikkat etmelidir.
Bundan anlaşılıyor ki, Yaradan'ın beğenisini kazanmak veya bunun tersi, biz insanların elinde olan bir şey değildir, bu sadece Yaradan'ın elindedir.
Neden belirli bir insan Yaradan'ın beğenisini kazanıyor ve neden şimdi Yaradan onu kendisine yaklaştırıyor, sonra da bırakıveriyor?
Manevi akıl sahibi olmayan bir kişi bunları anlayamaz, ancak maneviyata girdikten sonra insan bunları anlamaya başlar.


Yaradan, insanı kendisine yaklaştırmaması nedeniyle, insan şuna dikkat etmelidir ki, maneviyattan uzak kaldığı için duyduğu üzüntüyü kendi üzüntüsü olarak algılamamalıdır. Daha doğrusu insan, böylesine bencil düşüncelerle Yaradan'a acı verdiğini bilmelidir.
Diğer taraftan insan maneviyata yaklaşmış ve Yaradan'ın beğenisini kazandığı için duyduğu sevinci de bencil duyguların dışında tutarak, Yaradan'ı sevindirmeye layık bulunduğu için sevinmelidir. Hatta Yaradan'ı sevindiren bir başkası olsa bile kendisi için mühim olan Yaradan'ı sevindirmek olmalıdır.


İnsan böyle hesaplaşmalar sayesinde kendi bencil düşüncelerinden arınır.
Bencillik insanın özündedir, insanda bencillikten başka bir özyapısal değer yoktur, çünkü bencilliği ve almak arzusunu Yaradan yaratmıştır, yaradılışı ve dünyaları dolduran, bencillik ve almak arzusudur.


Yaradan, insanı yaratmasında amaç edindiği hedef şudur: İnsanı bütünleştirmek ve insanı ebedi kılmaktır ki böylece insan Yaradan'la özdeşleyebilecektir. İnsan bütünleşebilmesi için bencilliği reddetmek mecburiyetindedir. İnsan bencilliğinden kurtularak sadece bir tek şeye sevinmelidir, Yaradan'ın amacı yerine geldiği için sevinmelidir. Yaradan'ın amacı insanların durumunu iyileştirmektir. Bu amacın yerine geldiğini gören insan Yaradan'la bütünleşerek onunla ebediyen birleşir.


MİCHAEL LAİTMAN

Bilge Katresi: Mesnevi'den Seçmeler


*Pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kurtulamazsın. Sabır, ihtiyatın eli ayağıdır.

*Sohbet var; keskin kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi keser biçer. Sohbet var; ilkbahar gibidir, her tarafı yapar, sayısız meyveler bitirir.

*İnciler deniz dibinde taşlarla karışık dururlar. Övülecek şeyler, ayıplar arasındadır.

*Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa hakikat âlemi birdir.

*Kendinde göklere doğru bir meyil sezersen hemen kanat aç.
MEVLANA

24 Mart 2010 Çarşamba

Bilge Katresi: BEN KİMİM?


“Bana yüreğinde iğne ucu kadar yer aç, ben de sana gök kuşağının kapılarını açayım”

BEN KİMİM, Denildiğinde, ben kelimesini sadece bedensel bir varlık olarak anlamaktan çok, herkesin bir iç dünyaya sahip olduğunu, kendine özgü, özel bir benliği olduğunu ve bu benliğin öz'üne bağlantılı olarak bir ruh taşıdığının önce bilincine varmamız gerekmektedir. İnsan benliğinin yapısını, çeşitli olguların bir araya gelerek ve bu olguların birlikte ahenkli bir şekilde çalışması, sıhhatli bir benliğin yapısını oluşturduklarını kavramamız temel bir bilgi olduğu için bunları açıklamak ihtiyacını duyduk.
İnsanoğlu ezelden beri varlığımızın temel sorularına cevap aramıştır.

Bu soruların başında, Ben kimim?
Varlığımın amacı nedir?
Bu dünya’ya nereden geldim ve nereye gidiyorum?
Daha önce bu dünya’da bulunmuş muydum?
Ne diye bu Dünya’ya geldim?
Gerçeklerin tümünü anlamaya muktedir miyim?
Kendimi acı çekmekten kurtarabilir miyim?
Huzura – Mutluluğa – Rahatlatıcı sükûnete ve tatmin edici doyuma nasıl erişebilirim?

Tarih boyunca her nesilde, insanlar, evren’in sonsuz muammasını çözmek istemişlerdir. Bu nedenle bilimsel ve başka birçok yolu deneyerek, bu sorulara sürekli cevap aramışlardır. Bu soruların hala nesilden nesle geçmiş olması da, henüz tatmin edici cevapların bulunamadığını gösterir. Buna rağmen, mutlu – huzurlu – Tatmin edici ve sevgi dolu bir hayat sürmek, hepimizin ümit ettiği bir olgudur. Doğa ve evren araştırmaları etrafımızdaki her şeyin bir yaratılış nedeni olduğunu ve değişmeyen, SABİT ve MUTLAK kurallar zincirine uygun bir şekilde işlediğini göstermektedir. Kendimizi doğanın yarattığı üstün bir varlık olarak kabullenip, insanoğlunu bu düzenin dışındaymış gibi görüyoruz. Örneğin, bilgi ve mantıklı bir inceleme sonucunda, doğanın organlarımızı nasıl yarattığını ve işlevlerinin detaylarını her bir hücresine kadar görebiliyoruz, ama hala bir soruya cevap veremiyoruz: Bu yaşayan varlığın yaratılış nedeni nedir?

Etrafımızı saran her şeyi sebep - sonuç ilişkisi içinde filtre ediyoruz, yani yaratılan hiçbir şey nedensiz yaratılmadı. Fiziksel bedenlerin dünyasında, kesinleşmiş hareket, hareket gücü ve dönüşüm kuralları mevcuttur. Bu yasalara benzer yasalar, bitki ve hayvan âlemleri için de geçerli. Esas soru, “neden yaratıldılar?” Sadece biz değil ama etrafımızdaki her şey neden yaratıldı? Hala cevabı olmayan bir soru! Bu âlemde bu soruyu kendine sormayan biri var mıdır? Mevcut bilimsel teoriler dünyanın bizim etkileyemediğimiz sabit fizik kuralları ile yönetildiğini göstermekte. Bizim tek amacımız bu yasaları akıllıca kullanıp, gelecek nesillere, üzerinde yürüyebilecekleri temel taşları olarak onlar için hazırlamaktır. Evet, ama neden? İnsanlık evrim teorisiyle en basit formdan mı gelişti, ya da hayat başka gezegenlerden mi getirildi?

İki tarih var; doğum tarihi ve ölüm tarihi. İkisinin arasında olan olaylar çok özel ve herkese hastır, dolayısıyla çok değerlidir. Ya da tam tersine: eğer hayatın bitimi bir son ise, sonsuz bir karanlık ise, hayat aslında hiçbir şey demektir. Peki, o zaman, hiçbir şeyi nedensiz yaratmayan, bilge, erdemli ve mantıklı Doğa nerede? Ya da hala keşfedilmemiş doğa kanunları veya farkında olmadığımız başka bir amaç mı var? Esas dünyayı araştırmamız, sadece dünyanın hareketlerimize gösterdiği tepkilerden ibaret oluyor. Bu tepkileri beş duyumuzla algılıyoruz, ya da bu duyularımızı arttıran cihazları kullanıyoruz: dokunmak, koklamak, görmek, duymak ve tatmak. Bu araştırmalarımızı yaparken beş duyularımızın ötesinde kalan hiçbir şeyi algılayamıyoruz ve doğal olarak da varlığının ihtimalini kabullenmiyoruz. Daha da ötesi, eksik olan altıncı duyumuzun eksikliğini de hissetmiyoruz, tıpkı altıncı bir parmağın eksikliğini hissetmediğimiz gibi. Doğuştan kör bir insana görmeyi anlatamadığımız gibi. İşte bu yüzden, insan kendisinden gizlenmiş olan doğa varlıklarını elindeki mevcut beş duyu’ya dayanan metotlarla şimdiye kadar bulamadı ve asla bulamayacaktır.

Kabala’ya göre bir ruh âlemi var, ancak bu âlem, bizim beş duyu organımız tarafından algılanamaz. Bizim Evrenimiz, bu âlemin merkezinde, çok küçük bir parça ve gezegenimiz Dünya da bu merkezin iç merkezi. Bu bilgi, düşünce ve hisler dünyasında materyal bazda bize etki eden doğa kanunları ve olasılıklar, nasıl hareket edeceğimizi belirler. Ne zaman ve nerede doğacağımız, ya da ne olacağımız konusunda, kiminle tanışacağımız ve hareketlerimizin karşılığının ne olacağı hakkında hiçbir etkimiz yok.

Kabala’ya göre, insanoğluna dört çeşit bilgi verilmiş ve insan bunların hepsini anlamak zorunda:
1. Yaratılan: Yaratılanın ve dünyaların gelişiminin incelenmesi. Yaratan’ın nasıl yarattığı, materyal ve ruh âleminin kesişimi, insanın yaratılmasının nedeni.
2. İşleyiş: İnsanın doğasının incelenmesi, ruh âlemiyle olan bağı, pratik Kabala diye adlandırılan.
3. Ruhların Yolu: Her ruhun doğası ve gittiği yolun incelenmesi. İnsanın hem bu dünyada, hem de sonraki dünyalarda nasıl davrandığı. Ruhun bedene inmesinin nedeni ve neden bedende ona has bir ruh verildiğinin incelenmesi. Bu bölümde insanoğlunun tarihi ve ruhların geçişlerinin sıralaması da incelenmekte.
4. Yasa: Bizim Dünyamızın incelenmesi – hareketsiz, bitkisel, hayvansal, doğaları, rolleri ve ruh âleminden nasıl yönetildikleri.

Yüce yönetim ve insanın Doğa, Zaman ve Yer kavramlarını algılayışı. Üst güçlerin incelenmesi, materyal bedenlerin amaçlarına doğru yönlendirilmesi.
İnsan hayatının gizemini, kökenini sorgulamadan kavramak mümkün mü? Zamanı geldiğinde Bu soruyu her insan düşünür, er ya da geç.

İnsanın Manevi hayatı arayışının temelindeki soru, hayatının amacı ve anlamının ne olduğudur. Yirminci yüzyılın ortalarından beri insanoğlunun dini kavramları hayat koşulları çerçevesinde yeniden şekillendirdiğine şahit oluyoruz. Teknolojik gelişmeler ve küresel afetler pek çok felsefi teori doğurmakta, ancak insana ruhsal tatmin kazandıramamaktadır. Kabala’nın açıkladığı gibi, mevcut tüm zevklere karşılık dünyamıza sadece küçük bir kıvılcım düştü. Bu kıvılcımın materyal objelerdeki varlığı bize zevk veriyor. Başka bir deyişle, insanın zevk aldığı tüm hisler ve farklı koşullarla yaşadığı tecrübeler sadece bu küçük kıvılcımın varlığından kaynaklanıyor. Buna ek olarak, zaman geçtikçe, insan sürekli yeni zevklerin ve tecrübelerin umudu içerisinde, bu objelerin farklı maddeler olduğunu ve özündeki kıvılcımın aynı olduğunu anlamadan, yeni arayışlar peşinde koşuyor.
Ruhun materyali aşması gerektiğini anlaması ve tatmin olabilmesi için iki yol var:
1. Kabalanın ilmiyle
2. Hayatın acı tecrübeleriyle

İlk metot, Kabala çalışarak ve sonuç olarak zamanla egoistlikten sıyrılmak. İkinci metot standart olup, bir anda ruhun açlığını ve yeni bir arayış içerisinde yeni bir kaynak bulma çabasına girmesidir. Bu açlığı hayatın acılarını tecrübe ederek beklemektense, biz kabala çalışmayı tavsiye ediyoruz.

MİCHAEL LAİTMAN

20 Mart 2010 Cumartesi

Yaşamın Kıyısından: KÖR YAŞAMLAR


Bir önceki yazım Palyaço Yaşamlardan sonra Miguel Ruiz'in kitabını okurken işaretlediğim satırlar beni bu yazıyı yazmaya doğru sürükledi. "Kimse görmeyi reddeden birisinden daha kör olamaz." demişti Ruiz. İnsanların çoğunun bu körlükle düğüm haline gelmiş yaşamlarda sıkışıp kaldıklarını hiç fark ettiniz mi?


İnsanın egosu öyle bir oyun oynar ki bunu gerçek olarak algılamaya başlarsınız. Misal, kötü giden bir ilişkide yitirilen onca şey aslında ortada dururken, kendinizi hiç sorun yokmuş gibi yaşam rolünüzü oynamaya öyle bir kaptırırsınız ki, gün olup da gerçek yüzünüze çarptığında sinir krizlerine girmeniz işten bile değildir.


Örneğin, iş yerinde mutsuzsunuz ve yüreğinizde ufak bir ses, herşeyin daha farklı olmasını ister. Ancak, siz yaşamın fırsatlarına karşı öyle bir körlük içindesinizdir ki, ve egonuz da bir yandan güvenli saydığı limandan çıkmamakta öyle bir direnir ki, var olan durumunuzdan sanki memnunmuşcasına günlerinizi, haftalarınızı ve yıllarınızı geçirirsiniz.


Sevgiliniz veya eşiniz ile aslında üstü kapalı olan pek çok sorununuz vardır. Bitti sanılan hiç bir şey bitmemiş ve yerli yerinde duruyordur. Cılız bir ses size bunu söyleyip durur. Hatta, o sese biraz kulak verseniz size yön bile gösterir. Fakat, insanın egosu öyle bir oyun oynar ki sanki o ilişki sona erdiğinde eleştirilecek, bir daha yeni sayfaya başlayamayacak ve sanki bu bir satranç oyunu da siz kaybedeceksiniz gibi size ilüzyon bir yaklaşım sunar. Siz de afiyetle bunu yersiniz, ve başka bir ilüzyon ile yani hiç bir sorun yok, herşey toz pembe gibi bir tablo ile kendinizi uyuşturup esas benliğinizi heba edersiniz. Sonuçta, egonuzun sizden gizlediği şey şudur ki, eğer gözünüzü açarsanız gerçek tüm çıplaklığı ile karşınızdadır. Bir diğer saklanan şey ise, yaşama her zaman temiz bir sayfadan daha mükemmel bir halde başlayabilir,yeni bir ev kurabilir, yeni bir ilişki yaşayabilir ya da yepyeni bir işte çalışabilirsiniz.


Sizi kullanan bir arkadaşınızı ele alalım. İçinizdeki cılız bir ses aslında sizi maddi ve manevi anlamda kullandığını söylese de, siz görmemeyi tercih eder ve egonuzun size biçtiği kurban rolünden gayet memnun bir şekilde ilüzyon yaşama devam edersiniz. Ta ki bir gün, acı gerçek beklenmedik anda kapınızı çalana dek...


Ve inanın, evrensel sistemde, bu gerçek daima kapıyı çalar. Hatta çalmayı bırakın, dan diye yaşamınızın ortasında bitiverir. Pek çok insan bu yüzden travma yaşar, derince üzülür ve kendini aşağılanmış hisseder. Aldatılmak gibidir. Ama burda insan esasen kendi kendini aldatır.Çünkü evrenin sizi yanıltmak gibi bir niyeti yoktur.Bilakis size dediği şudur: "Hayır, ben sana bir şey yapmadım, sen kendin kör olmayı tercih ettin, şimdi de çok geç olmadan seni uyandırıyorum, iyiliğin için." Kainat sistemi daima iyiyi verir. Ne var ki, biz her şeyi bakış açımıza göre değiştirmeye eğilimli olduğumuzdan, kainatın bize sunduğu bu gerçek karşısında inanmak istemeyip körlüğü seçtiğimizden, bunu Tanrı'nın bana kastı nedir gibi egonun acındırası cümleleriyle karşılarız.


Zamanında tüm ermiş ve peygamberlerin kullandığı cümle de -dikkatinizi çekerim- aşağı yukarı bu anlama gelir. "Duyacaklar ama işitmeyecekler, dinler gibi görünürler ama anlamazlar, bakacaklar ama görmeyecekler,vb". Yaşamda sır diye bir şey yoktur, yeter ki siz algılarınızı açın ve görüp işitmek isteyin...


Kör yaşamlara sıkışıp kendinizi geçmişin kalıpları ile bağlamaktansa, içinizdeki cılız "özben" sesinize kulak verip tüm olanları gerçekliğiyle kabul etmek, egonuza karşı büyük bir savaş açmaya benzer. Çünkü her şeyin kendi istediği gibi olmasında ısrarcı olan egonuzun yıkılmaya niyeti yoktur. Hani, bir inat uğruna yaşamlarını mutsuzca harcayan insanlar vardır ya, çoğumuz böylelerini görmüşüzdür. İşte, onlara bu inadı veren ayak direyen egolarıdır. İnanın, hiç bir şey, yaşamda tek sığınınağınız değildir. Güneş her doğduğunda Tanrı yeni bir yaşamı bahşeder. Ve siz de yeni bir hayata daha net bakış açınızla adım atıp, esas kendinizi gerçekleştirebilirsiniz.


BURCU AŞÇI
MART 2010
ISTANBUL

18 Mart 2010 Perşembe

Kelam Damlası:YAŞAMDA İKİ YOL


Kadim mana ilmine göre var olan tüm ruhların hedefi benliği ıslah ederek tekrar Yaratan ışığını giyinmektir. Bunun için önünüzde iki yol vardır. Hangisini seçerseniz seçin sonuç değişmeyecektir. Çünkü Tanrı'nın dediği gibi: "Bir gün herkes geri dönecek".


Peki nedir bu iki yol? İlki, acıların yoludur. Günümüzde ve dünyanın yaratılışından beri pek çok ruhun izlediği dikenli yol...Kendinizi keşfetmek adına hiç bir soru sormadığınız, gözlerinizi içinize çevirmediğiniz ve yaşamı sorgulamadığınız yol...Kısacası egonuzun evrene çarpa çarpa acılardan szi geçirdiği engebeli yol. Bir ömür böyle biterse ne mi olur? " Cehennem ya da diş gıcırtısı, yanan ateş vs" Peki bu nedir? Yeniden gelirsiniz...Kainata baktığınızda hiç bir şey ölmez, su buhar olur yükselir ve yağmur olup tekrar düşer. Bir önceki makallerimden birinde "tekamül" başlığında bunu işlemiştim. Ta ki varılacak son nokta olan Yaratan'ı giyinip onunla bir olacağınız ana kadar, kaç yaşamdan geçerseniz geçin, ıslahı tamamlayacaksınız. Malesef günümüzde çoğu insan acılar yolunu seçiyor. Ve sonuçta kendi cehennemlerinde kendi egolarının ateşi ile yanarak kül olduklarında ıslah için bir kez daha geliyorlar.


İkinci yol ise, dünyada az bir kitlenin seçtiği "mana yolu"dur. Önden çekiçli gitmek gibidir bu yol. Ego'nuzu anlayıp onu yenerek, içinizdeki ışığa ulaşmaktır. Siz, mananın denizinde ruhunzua seyrüseferi başlattığınızda tüm Evren size destek olup rüzgarı doğru yönde estirecektir. Yaşamınızın bu serüveninde kaptanın siz olduğunu bilip sorumluluğu üstlendiğinizde, Yaratan'ın ve Kainat'ın tüm ışığı içinize süzülecek ve gittikçe Yaratan'ı giyinmeye başlayacaksınız. Bir bakmışsınız ki, arzularınız gerçekleşiyor. Görüyorsunuz ki siz isterseniz cehennem de isterseniz cennetin huzur dolu bahçesinde geziniyorsunuz. Çünkü, tüm bunlar sizin ruhunuzun seçimlerinin bir sonucu...


İkinci yol da engebeli, elbette zorlukları var. Hatta kadim mana ilmi hocalarından Laitman'a göre, ilkinden daha çok engebesi olabiliyor. Ne var ki, bu engebeler bir nevi kas geliştirme antremanı işlevi görüyor. Ruhsal kaslarınız, her zorluğu aşarken daha da güçleniyor. Açıkçası, zorluğu iyiye giden bir fırsat gibi görmeye başlıyorsunuz. Her seviye atlayışınızda kainattaki yerinizi ve amacınızı bütün benliğinizde duyumsadığınızda ve alma arzunuz olan egonuzu yendikçe Yaratan ile bir oluyorsunuz. Bu sebeple İsa "Baba ve ben biriz" derken, Muhammed de "Allah size şah damarınızdan daha yakındır" diye açıkladı. Sırlardan biri bu...Yani, Yaratan ile aynı özde olup tüm yaşam amacının aslında ruhsal ıslah olduğu ve cennet ile cehennemin sadece sizin bu iki yoldan hangisini seçeceğiniz gerçeğidir.


Acılar yolunu seçerseniz ki egonuz tıpkı Küçük Hüsamettin gibi ağlayıp kurban rolüne bürünmeyi sever, o halde cehennemi zaten yaşıyorsunuzdur.


Mana yolunu seçerseniz, doğaya uyum gösterip hem bu dünyada hem de bu dünyadan değilmişcesine şevkle, inançla, azimle tüm evreni kucaklıyorsunuzdur-ki bu da cennetin kendisi olur.


Hangi yolu seçerseniz seçin, neticede ise aynı Öz'e gün olup döneceksiniz...


Ben diyorum ki, yaşamı içimizdeki gücü özümseyerek bir cennet gibi neden yaşamayalım?Ve bizleri saran ışık ile etrafımızı da aydınlatıp dünyayı tüm ruhlar için güzel kılalım.


BURCU AŞÇI

18.03.2010


17 Mart 2010 Çarşamba

Bilge Katresi: KADIN VE ERKEK


Kadın ve erkek arasındaki manevi köklere bakacak olursanız bırakın iletişim kurmayı bir birimizi görebilmemizi bile şaşırtıcı bulacaksınız. Öyleyse ne yapabiliriz? Sadece şu – iletişim kurmak, fakat bu sefer bir değişiklik yapın ve doğru iletişim kurun.

Kadınlar Ne İster, filminde Nick Marshall (Mel Gibson), sıra dışı bir kaza sonucu aniden eşsiz bir yetenek kazanan: kadınların düşüncelerini “duymak”, şovenist bir çapkındır. Sonuç olarak Nick, onlar henüz istemeden kadınların arzularını yerine getiren bir adam oluverir. Bu “yeteneğin” bir çapkının ellerinde kötüye kullanılma ihtimali çok yüksektir; ancak hangi erkek kadınların düşüncelerini (sonunda) onları anlayabilmek için bilmek istemez ki ve hangi kadın, henüz ondan istemeden, erkeğinin arzularını yerine getirmesini istemez?

Peki, nasıl olur da kadınlar ve erkekler bu kadar farklılar? Biyolojik olarak cinsiyetler arasındaki tek fark, tek bir kromozomdur. Böyle minik bir fark bu derece bir uçurumu açıklayabilir mi? Ve açıklayabilseydi bile, kadınlar ve erkekler arasındaki kişilik ve düşünce üsluplarındaki bu fark için böyle bir özellik var mı? Fiziksel fark türlerin devamı için yeterli olamaz mıydı? Eğer evlatlarımızı birlikte büyüteceksek neden bir birimizi anlayamıyoruz? Doğanın, bir birimizi ihtiyaçlarını anlamamızı sağlaması daha mantıklı olmaz mıydı?

Kabala tabii ki doğanın anlayışı sağladığını açıklıyor, ancak doğadan kopmamız – insan doğamız – bizi diğer cinsin ihtiyaçlarına kör etti. Bir birimizi anlamamız için öncelikle nereden geldiğimizi ve burada bulunma amacımızı anlamalıyız. Öyleyse köklere bir geri dönelim.

Akılda tutulacak ilk şey realitede tek bir güç olduğudur. Bu güç yaşamı yarattı ve devamlılığını sağlıyor. Dolayısıyla, Kabalistler (haklı) olarak bu güce “Yaratan” diyorlar. Bu güç kendi doğasında iyilikseverdir; aksi takdirde daha başlangıçta hiçbir şey yaratmazdı. Ve vermek arzusunu gerçekleştirmek için tek bir ortak ruh yarattı. Bu ruhun tek görevi Yaratan’ın vermek istediği bolluk, iyilik ve zevki almaktır. Kabala’ya göre, Yaratan, veren güç realitenin erkek parçasının manevi kökü ve ruhun bolluğu alma arzusu realitenin dişi parçasının manevi köküdür.
Ancak bu, hikâyenin sonu değil sadece başlangıcıdır. Tasarlanmış bolluğu o (tek) ruha vermek için, ruh Yaratan gibi olmalıdır. Bunu yaparak Yaratan’ın sahip olduğu her şeye sahip olacak – sonsuzluk.

Ruhun, Yaratan gibi olma durumunu gerçekleştirebilmesi için Yaratan’dan kopması lazım ki sonradan bu durumu kendi başına gerçekleştirebilsin. Eğer kendi gerçekleştiremezse, bu Yaratan’ın işi olacak ruhun değil ve bu şekilde ruh, kendi hiçbir şey gerçekleştirmemiş olacak.

Ruha almayı ve vermeyi öğretmek için Yaratan onu iki parçaya ayırır, dişi yarı ve erkek yarı. Sonradan, bu yarım parçalar daha da bölünerek milyarlarca parçaya ayrıldılar. Her bir parça bu dünyada bir kadın ya da erkeğin içine “aşılandı”. Dişi parçalar bu dünyadaki kadın ruhların kökleri ve erkek parçalar da erkek ruhların kökleridir.

Bunların hepsi tek bir sonuca varıyor: erkek ve kadın arasındaki fark Yaratan ve yaratılış, ruh arasındaki farktır. Bu esas olarak farklı kök, kadın ve erkek arasındaki fiziksel, duygusal ve yaşamdaki dış görüntümüzün temel farkını belirler. Başka bir deyişle, kadınlar ve erkekler temel olarak farklı manevi sistemlere aitler ve dolayısıyla, bu dünyanın seviyesinde denediğimiz sürece aramızdaki boşluğa asla köprü kuramayacağız. Birleşmek için köklerimizi birleştirmeliyiz—Yaratan ve yaratılış.

Ancak Kabala, sizi gemileri karaya oturmuş durumda bırakmıyor. Kafalarımızı duvara vurmaya devam etmektense, kadınlar ve erkekler arasında manevi sisteme benzeyen bir ilişki inşa edebiliriz. Bir başka deyişle, Yaratan ve yaratılış arasında var olan ilişkinin aynısını inşa edebiliriz. Bu durumda, bizleri şimdiye kadar ayıran bu mutlak farklar birliğimizin temeli haline gelir.

Bu nasıl olur? Maneviyatta, en önemli element, manevi süreci harekete geçiren güç arzudur. Önceden var olmayan bir arzu olmadan, Yaratan ruh için hazırlanmış bolluğu veremez. Ruhta hazla dolma ihtiyacı ortaya çıktığı anda, bu ihtiyaç gizli bir “manevi musluğu” açar ve cömertlik akmaya başlar. Problem, erkek parçanın, yani ruhun veren parçasının, bu cömertliği harekete geçirmek için onu uyandıracak bir şeye ihtiyacı vardır. Bu olmadan erkek parça hareketsizdir, tıpkı Yaratan gibi, vermek isteyen ancak alıcı parçanın istemesini bekleyen.
İşte burası ruhun dişil parçasının aktif olduğu yerdir. Dişil parçanın rolü, erkek parçanın Yaratan’a doğru ilerlemeyi istemesini ve Yaratan’ın vermek istediği hazla dolmasını sağlamaktır. Sadece ruhun bu iki parçası ortak amaca yönelik birlikte çalışırlarsa, bir birlerini tamamladıkları ve hazla doldukları eksiksiz bir manevi yapıda bağ kurarlar.

Kadınlar ve erkekler manevi amaca doğru birlikte çalışırlarsa bağlarını tamamen farklı bir seviyede oluştururlar, manevi seviyede. Bunu yaparak, dünyevi anlaşmazlık ve farklılıklarının üstüne çıkarlar, çünkü yaşamlarını memnunlukla dolduran daha yüksek bir amaçları vardır. Bir erkek ve kadın daha yüksek bir gayeyi edinmek amacıyla bağlandığında aralarında realitede var olmayan manevi bir kab yaratırlar. Bu kab ne erkek ne de dişildir, sadece içinde yüce bolluğu kabul ettikleri yeni bir kabdır, ebedi ve tamamlanmış.

Böyle bir yaşam yalnız edinilemez. Karşılıklı manevi gelişimi anlayan çiftler bir birlerine en kıymetli hediyeyi verebilen mutlu çiftlerdir. İlişkileri daha derin ve gerçek anlam edinir ve mutluluk ve doyum yolunda birlikte yürürler.
İyi yolculuklar!

MICHAEL LAITMAN

15 Mart 2010 Pazartesi

Yaşamın Kıyısından: KENDİNİZİ DİNLEME ÇALIŞMASI


Geri çekilmek...Sanki bir savaşta yenilmek ile eş anlamlı mı? Hiç değil. Esasen tarihteki en büyük zaferlere baktığınızda, komutanların ummadık bir anda geri çekildiklerini ve sonrasında da galibiyet elde ettiğini görürsünüz.


Önemli bir görüşmeye gireceksiniz. Gerginsiniz. Yolda trafik berbattı, hem düzgün kahvaltı edemediniz, şimdi de oturmuş sıranızı bekliyorsunuz. Şu diğer köşedeki de mi geldi bu iş görüşmesine? Bu ve benzeri tüm düşünceler, birinci doğanız yani giydirilmiş benlik olan egonuzun fısıltıları sizi bezdiriyor. Geri çekilin. Durun. Birkaç saniye gözlerinizi kapatın. Unutmayın ki evrende olmanız gereken yerdesiniz. Kainatta her şey kusursuz işliyor. Ve minik not defterinizi çıkarın. Evet, yanlış duymadınız, kadim mana ilmini çalışanların yanında daima minik bir not defteri vardır. Ve buna "kendini dinleme çalışması" derler. Defterinizi alın ve içinize doğan ne varsa yazın. Örneğin, "şu an gerginim, canım kahve istiyor, bu işi almayı arzuluyorum,vb". Belli bir kısıtlama yapmayın. Tüm bunları yazıyor olmak bile sizi bir nebze rahatlatacak ve sizin reaktif davranmanızı engelleyecektir. Dahası, farkındalığınız artacak ve duygularınızı net bir şekilde duyumsamaya başlayacaksınız. Bundan sonra defterinize niyetinizi yazın. Ve dinginlikteki gönül gücünün sizi Yaratan'a doğru çekip bütünlüğünüzü sağlamanıza yardımcı olacağını unutmayın.


Her şey üzerinize geliyormuş hissine kapıldığınızda durun ve geri çekilin. Hani bir resme biraz uzaktan bakınca daha net görürüz ya, aynen öyle. Çünkü o anki duygularınızla harekete geçerseniz büyük olasılıkla reaktif olacak ve egonuzun patlaması ile negatifi üzerinize çekeceksiniz. Fakat, bir an durup dingin kalabilir ve niyetinizi Yaratan ile bütünleştirebilirseniz, bu sizi proaktiviteye yönlendirecek ve önünüzdeki pozitif seçeneği kabul etmiş olacaksınız. Reaktif olmak her zaman en kolayıdır ancak daima proaktivite kazanır. O halde, bu alıştırmayı gününüzün herhangi bir anında kolaylıkla uygulayabilir ve ruhsal bir disiplin ile özgecil doğanıza dönüp niyetinizi elde edebilirsiniz.


BURCU AŞÇI

15.3.2010

10 Mart 2010 Çarşamba

Bilge Katresi: EVRENİN BÜTÜNLÜĞÜNE ULAŞMAK


Kabalanın ana araştırma konusu evrenin içindeki parçaların birbiriyle nasıl bağlantılı olduğudur. Gerçeği barındıran tüm elementler ve beş dünyanın düzenli olarak birbiriyle olan bağının, doğa kanunlarıyla yönetilişinin bağlantılarının bir bütünü nasıl oluşturduğunu içerir.
Ek olarak üst dünyaların araştırıcısı tüm bu dünyaların “Sefira” denilen on ışık içinde var olduğunu görür. Bu ışıklar sırayla beş parçadan oluşur ve bu beş parça sonsuz dünya denilen Ayın Sof’a işaret eder.
Kabalaya başlayan öğrenci çalışmalarına tek bir noktadan başlamalıdır, ve bu noktadan on sefira’yı, Ayın Sof’un altında olan ilk dünya Adam Kadmon (prototip insan) adlı dünyadan başlayarak çalışmaya yönelmelidir. Adam Kadmon’un da nasıl yayılıp etki ve etken yasaları dâhilinde olup astronomi, fizik ve diğer dünyevi bilimlerin altında nasıl detaylara ayrıldığını keşfetmeye başlar.
Dolayısıyla, kurulmuş olan düzenin yasaları tümüyle birbirine bağımlı olup, aşamalı gelişme yasasına dâhil olan bir olgu, başka bir olgunun gelişmesine uymazlık edemez. Adam Kadmon’un dünyasında ki gelişme tek yönlüden çok yönlüye doğru gelişir. Bu dünya ardı ardına birbirinin içinde oluşan dört dünya da izini bırakarak oluşumlarına neden olur. Tüm dünyada ki her şeyi kapsayana kadar bu dört dünyada yayılır. Bu noktadan sonra araştırmamıza gerçeklerin tüm detaylarını birbirinin içinde dâhil ederek Adam Kadmon’a ulaşana dek devam ederiz; on sefira, dört temel seviye ve son olarak da ilk nokta.
Materyal bilinmemesine rağmen, tıpkı diğer ilim dalları gibi mantık dâhilinde çalışılıp araştırılabilir. Mesela anatomi çalıştığımız zaman, konuyu hiç bilmememize rağmen bazı organların birbirleriyle bağlantılı olduğunu görebiliriz. Buna rağmen zamanla organları teker teker öğrenip çalışarak vücudun işleyişi hakkında genel bir yorum yapabiliriz.
Üst dünyalar hakkında hiç bir bilgi sahibi olmayan birisi için de aynı şeyler geçerli, bu bilgiyi tüm elementlerin birleşmesiyle kavrayabilir. Tüm detayları, nedenleri, sonuçları ve bağlantıları tüm erdemliğine erişene kadar anlamalı. Her şeyi tüm detayına kadar öğrendikten sonra genel bilgiyi edinmiş olur.
Sadece bu sıralar tüm dünya kabala çalışmaya başlıyor. Bu ilim dalının yıllardır araştırılmamasının nedeni açıklanamıyor olması değil, tıpkı bir gökbilimcinin gezegen ve yıldızlar hakkında fikir sahibi olmaması gibi, ancak geçirdikleri evreleri bir ilim olarak araştırır. Kabalanın bilgisi, insana gökbiliminin gizliliğinden farklı değil. Detayları ve evreleri kitaplarda detaylarıyla anlatılmakta, yeni başlayanlar için bile.
Kabalanın gizliliğinin nedeni, kabalacıların şuan kabalaya duyulan ihtiyaç doğrultusunda, bu döneme kadar bu ilmi gizli tutmalarından kaynaklanır. İnsanoğlunun egosunun yeteri kadar gelişmiş olması, yanlış düşüncelerinin, anlayışının ve gelişiminin artık bariz olması, kabalanın yüzeye çıkmasındaki etkendir.

İnsanın Yaratılış Nedeni
Yaratan’ın yarattığı hiçbir şey nedensiz değil ve şüphesiz bir amacı var. Yaratılan bu değişken ortamın gerçekleri dâhilinde insanın başka bir insanın acısını hissedebilmesi çok önemli bir faktördür. Dolayısıyla bir amaca yönelik yaratıldıysak, insan bunun merkezinde ve her şey insanoğlunun ruhunun erişmesi gereken seviye için yaratıldı. Bize hüküm eden bu üst gücü hissedebilmeyi, tıpkı etrafımızdaki her şeyi hissettiğimiz gibi hissetmeliyiz.
Özgecil ve sevgi dolu üst güce benzer bir yapı edindiğimizde, içimizde ölçülemeyecek boyutta bir mutluluk yüzeye çıkar, bu his üst güçle bütünleşmenin getirdiği muazzam bir histir.

Anlayış Amaca Ulaştıkça Ortaya Çıkar
Her hareketin sonucu hep ilk algılayışta açığa çıkar. Mesela, ev yapmak isteyen birisi önce evi düşüncelerinde canlandırır ve hedefi yapar. Amacına ulaşmak için kafasında çizdiği bu resim ile bir yapı planı çıkarır.
Tüm evrende bu böyle. İnsan amacını öğrendikten sonra, yaratılan düzenin de amacına yönelik, önceden belirlenmiş bir program dâhilinde işlediğini anlar. Bu şekilde insan üst gücü sanki komşusuymuş gibi hissetmeye başlar, gelişir ve özgecil özelliklere sahip olur.
İnsan bir merdivenin basamaklarından teker teker çıkar gibi, amacına ulaşma yolunda Yaratan’ın özgecil yapısını edinmeye başlar, amacına ulaşana kadar. Bu yolun mesafesi ve özellikleri iki farklı gerçek tarafından belirlenmiştir:
1. Materyal Gerçek: Üst dünyalardan açığa vurulan ilk ışığın fiziksel dünyaya yansıması ve Yaratan’dan yansıyan bu ışığın ne ölçü ve kalitede olduğu. Bu ışık üst dünyalardan ard arda geçip bizim dünyamıza inerken materyal formlara doğum verir.
2. Yüce Zihniyetin Gerçeği: Işığın üst dünyalardan aşağıya yansımasından sonra, ters hareket başlar. İnsan yaratılışının nedenine ulaşana kadar ruhani merdivenin basamaklarından yukarıya doğru çıkar.
Kabala, bu iki gerçeği tüm detaylarıyla inceler.
Yöneten Üst Güç
Kabalacılar üst gücü, genelde Yaratan olarak adlandırır ve mutlak şefkat olarak tanımlarlar. Kendi hislerinde böyle algılarlar. Yani, asla kimseye zarar vermeyen bir varlık olarak. Bu gerçek kabalacılar tarafından evreni yöneten temel yasa olarak nitelendirilir.
Mantığımız bize egoistliğin tüm kötülüklerin nedeni olduğunu söylüyor, “kendi menfaatimiz için arzulamak”, (ya da kısaca istemek arzusu). Bu ihtirasla kovaladığımız kişisel tatminlik ve kendimizi her şeyle doyurmak arzusu, etrafımızdakileri incitmemizin tek nedeni. Yaratılan ne zaman kendisini tümüyle doyurursa, bu dünyada başka hiç kimseye zarar vermeme noktasına gelir. Buna ek olarak, eğer başka bir canlıya kendisi için arzulama hissi dışında bir nedenden dolayı zarar veren bir canlı görürsek, bunun nedeni arzularının kökünden gelen bir alışkanlık olmasıdır.
Bizleri yukarıdan yöneten gücü kusursuz kabul ettiğimizden, O’nun içerisinde kendisi için arzulamak duygusu olmadığı varsayımında bulunabiliriz. Dolayısıyla başka birisine zarar vermek gibi bir niyeti de olamaz. Buna ek olarak içerisinde özgecil bir yapıya sahip, içindeki saflığı yaratılanlara dağıtmak arzusu.
Yaratılanlar iyi ya da kötü ne hissederlerse hissetsinler tüm bunlar onlara yukarıdan gönderilir ve gönderilen her şeyin tek özelliği özgecil olmasıdır. Yaratılanlara karşı olan tek tavır budur – özgecillik. Sonuç olarak tüm yaratılanlar O’ndan sadece iyilik görürler ve başka hiç bir nedenden dolayı yaratılmadılar. Bu nedenden dolayı Kabalacılar bu gücü “mutlak iyilik” olarak tanımlarlar.
Yönetilişin Amacı
Şu an ki gerçeklere bakarak yukarıdan yönetilişimizin ve kontrol edilişimizin nasıl sadece iyilik sergilediğini inceleyebiliriz.
Dört çeşit yaratılıştan (duran, büyüyen, yaşayan ve konuşan) en basit olanını bile tüm türleriyle ele alsak her birinin nasıl bir amaç uğruna etki ve etken yönetimi altında idare edildiğini anlayabiliriz. Tıpkı dalındaki bir meyvenin olgunlaşarak kıvamına gelme amacı olduğu gibi.
Bitkibilimciler bir meyvenin ilk dalında oluşumundan olgunlaşma sürecine kadar geçirdiği tüm evreleri açıklayabilirler. Ancak, birbirini takip eden hiç bir evre son halinin ne kadar güzel olacağı konusunda hiç bir ipucu vermez (tadı, büyüklüğü, renk tonu vs.) hatta son olgunlaşmış halinin tam tersi bir durumdadır. Meyvenin tadı ne kadar tatlı ise ilk hali o kadar acı ve ekşidir.
Daha da şaşırtıcısı “canlı” ve “insan” türlerinin gelişmekte olan ile gelişmiş arasındaki farkıdır. Bir canlının olgunlaşma sürecinde aklı ciddi bir evrim geçirmez ama bir insanın aklı gelişmesinin son noktalarına doğru çok ciddi değişimler kaydeder. Örneğin bir buzağı ilk günden ayakları üzerinde durabilir, yürüyebilir ve etrafındaki tehlikelere karşı duyarlıdır.
Yeni doğmuş bir insan ise etrafındaki hiç bir şeye karşı duyarlı değildir. Eğer dünyamızı tanımayan biri bu iki örneği karşılaştırsa, yeni doğmuş bir insanın amacına ulaşabileceğine bir ihtimal vermez. Eğer bebek ile buzağının aklını karşılaştıracak olursak, bebek hislerden mahrum ve aklı olmayan bir yaratık gibi gözükür.
Bu yüzden bizi yöneten üst gücün gelişim evrelerini göz önünde bulundurmadan, bir amaca yönelik yönetiyor olması insana çok şaşırtıcı gelebilir.
Akıllı insanlar tecrübe sahibi olanlardır. Yaratılan varlıkların gelişiminin her safhasını son noktasına kadar gözlemlemiş birisi, gelişimin safhalarında gördüğü çarpıklıkları yadırgamaz. Sadece gelişimin güzelliğini ve bütünlüğünü görür. Kabala ilmi her yaratılan varlığın adım adım gelişimini açıklar.
Dolayısıyla üst gücün yönetiminin detaylı olarak araştırılması her şeyin bir amaca yönelik olduğuna işaret ediyor. Amaca henüz erişmemiş olan bir canlı ise dışarıdan gözlemleyen bir insana hep çarpık olarak gözükür.

Gelişimin İki Yolu: Acı Çekmek ya da Kabala (Doğa Kanunlarına Uyarak)
Yukarıdaki anlattıklarımızdan anlayabileceğimiz gibi üst gücün yapısı mutlak şefkatten oluşmakta ve bir amaca yönelik her şeyi idare etmekte. Bu hiç bir kötülük barındırmayan kendi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu demektir ki, geçirdiğimiz evreler ve yaşadıklarımız, O’nun amacına yönelik üzerimizde etki ve etken şeklinde yansıyan doğa kanunlarının, bizi itip - kakıp kabullendirerek sadece yaratılışımızın amacına ulaşabilmemizi sağlayacak arzuyu geliştirmek için. Hepimiz için kesin garantilenmiş bir şey var, oda olgunlaştıktan sonra mükemmel bir yaratılış olacağımız.
Üst gücün amacı bizleri O’na benzer özellikler edindirterek mutlak iyiliğe ulaşmamızı sağlamak. Bunun için bize iki yol çizilmiştir:
1. Izdırap Yolu: bizim doğamızdaki yapıyla gelişmemizi sağlayan ve bir basamaktan öteki basamağa geçmemizi sağlayan etki ve etken faktörünü içerir. Bu yolla çok yavaş gelişiriz ve yavaş yavaş kötülüklerden uzak durmayı ve iyiliğe yaklaşmayı seçeriz. Bu yol sadece çok uzun sürmemekle beraber, çok da acı ve ızdıraplı bir yoldur.
2. Kabala’nın Yolu: Kolay ve rahat olmakla beraber gelişimimizi hızlandıran ve ızdırapsız bir yoldur.
Burada açıklamamız gereken bir durum var; Kabalacılar neden Kabala dışındaki diğer metotların ızdırap yolu olduğunu söyler? Kabala, “lekebel” kelimesinden gelir. Anlamı içine almak, davet etmek ya da misafir kabul etmek demektir. Kabalacılar, insan tüm evreni kendi içinde hissetmediği sürece ve üst gücü algılamadığı ve O’nunla bütünleşmediği sürece mükemmelliğe yani yaratılışının amacına ulaşamayacağını söylerler. Kabala bu mükemmelliği insanın içinde hissedebileceğini ve tüm bu duyguları içinde barındırabileceğini yansıtmak amacıyla Kabala kelimesini kullanırlar. Bu nedenden dolayı okuyucular bunu bir nevi ukalalık olarak algılamamalı ve kelimenin anlamının sadece ulaşılması gereken en üst noktayı simgelediğini hatırlamalılar.
Her halükarda, geleceğimiz son nokta önceden belirlenmiş durumda. Bu noktaya ulaşmaktan başka çaremiz yok çünkü yukarıdan bu şekilde yönlendiriliyoruz. Etrafımızı saran gerçeği gözlemlediğimiz zaman nasıl bu iki yol dâhilinde yönlendirildiğimizi görebiliriz.

Kabala’nın Özü, Kötülüğü Anlamamızı Sağlamasıdır
İnsanın üst dünyaları edinme tutkusu ve bunu gerçekleştirebilmek için yaptığı herşey, içindeki kötülüğü fark etmesinden ibarettir. Doğal egoistliğinin üst dünyalara ulaşmasına engel olduğunu fark eder. Yaratılan tüm canlıları birbirinden farklı kılan şey içlerindeki kötülüğü ne derece fark ettikleridir. Ne kadar içindeki kötülüğü fark ederse ruhu o kadar gelişmiş demektir. Doğal olarak da bu kötülüğü daha az gelişmiş bir canlıya nazaran kendisinden daha fazla uzağa itebilir. Az gelişmiş bir ruh ise kötülüğü hissetmediği için ona dokunmaz.
Kötülüğün özü, egoistlik dediğimiz, insanın kendisine olan sevgisidir. Bu özellik üst gücün özgecil özelliğine terstir.
Mutluluğun özü, insanın Üst güce olan benzerliğindedir. Üst güce karakter olarak ne kadar benzer olursak, o kadar mutluluk duyarız.
Mutsuzluğun ve sabırsızlığın kökü ise üst güce olan özelliklerimizin zıtlığından kaynaklanır. Bu yüzden egoistliğimizin varlığını hissedip, Yaratan’a ne kadar zıt olduğumuzu anladığımızda çok acı çekeriz.
Egoistliğe karşı duyulan bu tiksinme duygusu her ruh için farklıdır. Gelişmemiş bir insan egoistliğin iyi bir vasıf olduğu kanaatinde olup hiç utanmadan egoistçe davranabilir. Daha gelişmiş bir kişi ise egoistliğinin kötülüğünden haberdar olduğundan, bencilliğini toplumda açıkça göstermez ve toplumun gözlerinden gizli kullanır.
Daha da gelişmiş bir insan, egoistliğinden o kadar tiksinir ki, buna tahammül edemez. Bu durumda algılayabildiği noktaya kadar egoist duygularını kendisinden keser atar ve artık başkalarının sırtından elde edilen hiç bir şeyi ne ister ne de başkasından gelen bir şeyden zevk alır. Dostlarına karşı içinde sevgi kıvılcımları oluşmaya başlar. İyiliğin özü olan özgecil duygular. Bu özellik zamanla gelişir. Önce akrabalarına karşı bir sevgi oluşur ve onlara bakmak ihtiyacı duyar. Özgecil özellikleri daha da geliştikçe önce etrafındaki herkese karşı, sonra içinde bulunduğu topluma ve en sonunda tüm insanoğluna yönelik özgecil duygular geliştirir.

Bilinçli ve Bilinçsiz Gelişim
İki güç bizi sürekli iterek ruhaniliğe uzanan merdivenin basamaklarından en üste ulaşana kadar çıkmamızı sağlar – özelliklerimiz Üst gücün özelliklerini edinene kadar.
1. Güçlerden bir tanesi bizim seçimimiz dışında ve haberimiz bile olmadan bizi zorlar. Arkamızdan bizi kırbaçlar; bu yol ızdırap çekerek gidilen yoldur. Bu insanoğlunun aklının bir türevi olan ahlaki ve deneysel eğitim metotlarından doğmuştur. Bu deneysel eğitim metotları tümüyle bilinçsiz olarak ve bir seçim hakkı olmadan yaratılmıştır. Ancak, bu metodun amacına ulaşmış olması ve içimizde yerleşmiş ve giderek artan kötülüklerin büyüdüğünü hissetmemizi sağlayarak bizi daha yüce bir şeylerin arayışına ittiğini artık anlıyoruz.
2. İkinci güç ise bizi bilincimiz dâhilinde iter. Bu gücü kendimiz seçeriz. Bu bizi önümüzden çeker ve Kabalacılar buna; Kabala’nın yolu derler. Bu yolu seçerek ve kabalistlerin öğrettiği şekilde ilerleyerek, niyetlerini sadece Yaratıcı Güc’ün yapısına benzemek için kullanarak içimizdeki kötülükleri kısa zamanda fark edebilir ve iki tane faydasını görebiliriz.
Acı çekerek arkadan itilmeyi beklememiz gerekmez. Aynı zamanda üst gücün karakterine ulaşabilme niyetimiz içimizdeki kötülüğü görmemizi acı çekmeden sağlayacak. Ne zaman üst güce ulaşma arzumuz başlarsa hemen O’nun iyiliğini ve saflığını hissetmeye başlarız. Kendimizi sevmek duygusunun ve egoistliğimizin ne kadar kötü olduğunu anlamaya başlarız. Kötülüğümüzün farkına vardıkça içimizde yavaş yavaş bir sükûnet ve hatta mutluluk, üst güce benzemeye başladıkça, yüzeye çıkar.
Bilinçli davrandığımız için zaman kazanırız; daha fazlasını yapabilmek kendi elimizde ve dolayısıyla kendimizi düzeltmemiz daha çabuk olur, ta ki Yaratan’ın özelliklerini edinene kadar.

Kabala İlmi Kullanıcısına Fayda Sağlaması Niyetiyle Geliştirilmiştir
Kabala ile diğer eğitim metotları arasındaki fark, ne niyetle çalışıldıklarındadır. Düzeltilmeye aday insan toplumun mu yoksa Yaratan’ın standartlarına mı ulaşmalı? Kabalayı diğer ahlaki çalışmalardan ayıran nokta budur, tıpkı materyal ile ruhaniliğin farklı olduğu gibi.
Ahlak sisteminin amacı, pratik bir zihinsel düzen dâhilinde, tecrübeleriyle gelişen mutlu bir toplum inşa etmektir. Bu metot insana doğanın kısıtlamaları dışında hiç bir menfaat sağlamaz. Eğer amaç eleştiri kapsamının dâhilindeyse, insanın toplum adına yapacağı fedakârlığın faydasını, kendisine adilce düşen paydan fedakârlık ederek yapması gerektiğini nasıl ispatlayabiliriz ki?
Buna ters olarak, kabalanın metoduyla gelişmenin amacı insanı mutlu etmeyi garantiler. Dostunu kendi gibi seven, üst güçle benzerlik yasası dâhilinde bütünleşir. Dar sınırlı ve acımasız dünyasından sıyrılıp, Yaratan’a ve yaratılan her şeye karşı özgecil dünyanın sınırsız âlemine girer.
Ahlaki sistem insanın diğer insanlar tarafından sevilmesi gerektiği hissini zorunlu kılar, bu bir malı işimiz bitene kadar kiralamaya benzer. Bu tür alışkanlıklar insanın ahlaki değer merdiveninden bile tırmanmasını engeller, zira yaptığı iyilikler için etrafındaki insanların sırtını sıvazlamalarına alışır hale gelir.
Yaratan ile aynı özellikleri taşımayı arzulayan bir kişi, Yaratan’a yönelik mükâfat beklemeksizin yaptığı özgecil davranışları sayesinde gerçek anlamıyla manevi basamakları tırmanır. Yavaş yavaş yeni bir doğa edinmeye başlar ve dostlarına yönelik farklı bir özgecil yapıya bürünür. Kendisi için, bu dünyadaki mevcudiyetini sürdürmek için gerekli ihtiyacından fazlasını arzulamaz.
Ancak bu şekilde insan doğasındaki egoistlikten kurtulabilir. Kendisi için bir arzu edinmekten nefret etmeye başladığı zaman, ruhu tüm vücutsal gereksiz zevklerden özgür olduğu zaman, para, güç, şöhret gibi arzulardan uzak olduğu zaman ruh âleminin diyarına özgürce girebilir. Tüm kötülüklerden korunacağının garantisi verilir, çünkü kötülük sadece egoistlikten gelir.
Görüyoruz ki kabala sadece onu kullananlar için bir fayda sağlar. İnsanın tüm çabası içini temizlemek de olsa bu onun üst güce benzer olabilmesi için bir araç olur.

MICHAEL LAITMAN

9 Mart 2010 Salı

Yaşamın Kıyısından: VERMENİN HAZZI


Sürekli yaşamdan veya karşımızdakilerden bir şeyler istiyoruz değil mi? Hayat daha keyifli olsa, işlerimde yükselebilsem, sevgilim daha ilgili ve sevecen olsa,vb. Oturduğumuz yerden bunları kuruyor, düşlüyor ve ertesi gün her şey yine aynı olunca "al işte hiç bir şey değişmiyor ki" diye hayıflanıyoruz.


Hiç çiçek baktınız mı? Kiminiz evet kiminizse hayır diyecektir. Fakat az biraz herkesin fikri vardır. Çiçeğe su vermeli, uygun yere koymalı, yapraklarını temizlemeli, zamanı gelince toprağını değiştirmeli ve en önemlisi çiçeğinizle konuşmalı...Biliyorsunuz, sevgi dolu bir şekilde konuşulan çiçeklerin daha uzun ömürlü olduğu, rengarenk çiçeklerini keyifle açtığı ispatlandı.

Şimdi konumuzla alakası nedir diyeceksiniz. "Emek"...Ya da "aksiyon" diyelim. Bir çiçeği eve alıp cam kenarına koyup, doğru dürüst ilgilenmeyip sonra da "aaa ama bu hiç açmıyor soluyor ne biçim çiçek" diyen birini gördünüz mü? (varsa bile inanın şaşırmayacağım, insan ilişkilerinin günümüzdeki durumuna bakarsak çok da şaşırtıcı olmaz evet yanıtınız.)


Bir şey istemek çok mu kötü? Yo, neden olsun ki, elbette insanın arzuları vardır ve olacaktır da. Ancak, sürekli kendiniz için almaya başladıysanız bu mana ilminde günah kelimesinin karşılığıdır, sonucu da infilak etmek olur. Şimdi ciğerlerinizi temiz hava ile doldurun, nefes aldınız mı? Tamam, tutun hiç bırakmayın. Nereye kadar tutabilirsiniz ki? Eninde sonunda aldığınız o nefesi vereceksiniz ki yeniden nefes alabilesiniz ve teneffüs olayını gerçekleştirip yaşamda kalabilin. Yaratan'ın kurduğu kainat sisteminde her şey vermekle başlar. Çünkü Yaratan'ın kendisi doluluğundan ihsan ederek bizleri ve tüm sistemi yaratmıştır.


Yaşam'dan her şeyi bekleyip durmaktansa, önce biz yaşama bir şeyler katmayı denesek...Peki, illa beklemek istiyorsanız yine bekleyin fakat bir dişçiyi beklerken bile birkaç dergi karıştırmaz mısınız?:)


Çok basit bir örnek vereyim. Sevgilinizin daha sevecen olmasını mı istiyorsunuz. Neden siz öyle davranmıyorsunuz? Minik sürprizler yapın, gün ortasında sevgi dolu mesajlar çekin, ya da durup dururken sanki uzun süredir görmemiş gibi kollarına atılıverin. "E ben yapsam da o bir şey yapmıyor ki?" diyebilirsiniz. Bu nokta çok önemli işte. Burda size kendi deneyimlerimden çıkarım yapabilirim. Birincisi, sizi hiç böyle görmediği için ilk başlarda afallayıp tepki veremeyebilir. Fakat bunlar gerçekten sizi mutlu ediyorsa ve dahası içinizden taşanlarsa, sakın moraliniz bozulup da kabuğunuza çekilmeyin. benim yaptığım en büyük hata buydu. Hemen kendimi geri çekerdim. (işte ego'nuzun savunma tekniği!). Halbuki, yüreğimden taşan duyguları paylaşmak beni mutlu ediyor, bunu fark ettiğimde, sevgilimin nasıl bir tavır takındığının önemi kalmadı. Ve ne oldu? Ben paylaştıkça, bir süre sonra o da paylaşmaya başladı. Yalnız, burda şu da önemli bir nokta: Herkesin ruhsal seviyesi aynı değil, kimi insan duygularını içinde yaşar, yani öyle kabukları vardır ki özbenliğinin üzerinde, onları kolayca kaldıramaz. Sözel olarak paylaşamasa da davranışlarıyla size sevgisini göstermeye çalışır. Sizin esas yapmanız gereken temel şey, vermenin karşılığını beklememek. Siz, sadece gönlünüzden geldiği için verin...İnanın, beklentiye girmediğinizde, esas güzellikler sizi o zaman buluyor, çünkü alışveriş mantığı ile hareket etmiyorsunuz. Ben şunu yapayım ki o da şunu yapsın gibisinden bir düşünce evrensel sistemde pek işe yaramıyor. Fakat, ben bunu sevgimden, yüreğimden geldiği için yapıyorum, ihsan ediyorum dediğiniz noktada mucizeler yaşamınızda işlemeye başlıyor.


"Kariyerim daha iyi olsa, mutlu olurdum." Çoğumuzun kafasından bin kez geçirdiği bir düşüncedir bu. Peki bunu söyleyen yüzlerce insana bakın, ne yapıyorlar? Hiç bir şey. Sadece yaşam'a pas atıp duruyorlar. Bir şeyler yapmaya çalışan bir avuç insan var ki esas çıkışı da onlar yaşıyorlar. Her şeyden önce, eğer ki yaptığınız işi esasen isteyerek seçtiniz ve sadece şartlardan memnun değilseniz, şunu söyleyeyim. İçinizdeki mesleğinize karşı olan sevgiye odaklanın. Örneğin ben çocuklara ingilizce öğretiyorum ve keyif aldığım bir meslek. Ve her gün şunu diyorum: "Acaba yarın o tazecik beyinlere ne verebilirim?" Yeni ne yapabilirim? Kendime ne katabilirim? Bir de yaptığınız işi külfet olarak değil fakat onu en iyi yapanlardan birisiymişsiniz gibi davranmaya başlarsanız, bir bakmışsınız performansınız yükselivermiş ve bambaşka fırsatlarda çıkmış...O halde sadece ay başında alacağınız maaşı düşünmektense, her gün mesleğinize ne verebileceğinizi düşünün.


Arkadaşlarınızla bağınızı kuvvetlendirmek mi istiyorsunuz? Ya da etrafınızda neden kimsenin sizle samimi dostluklar kuramadığını mı düşünüyorsunuz? Verin...Kimi vakit sımsıcak içten bir gülüşünüzü, kimi vakit minik bir hediye, kimi vakit bir fincan kahve ile geçireceğiniz zamanınızı verin...Fakat, geri dönüşümünü beklemeden, tüm samimiyetinizle...Ve bir önemli nokta daha. Sürekli kendinizi anlatıp , daima olumsuz duygularınızı paylaşıyorsanız bu kurduğunuz dostluk değil sadece egonuzun kendisine ortak aramasıdır. Ve bu nedenle insanlar sizden uzaklaşıyor olabilirler mi acaba? Herşeyi bir kenara bırakın. Sadece içinizde var olan o saf enerjiyi, sevgiyi ve pozitifliği arkadaşınıza verin.


Şimdi sorunuzu duyuyor gibiyim. "E ben bunları yapmama rağmen karşı tarafta hiç bir olumlu yansıma yoksa enayi gibi devam mı edeceğim?" Birincisi, siz zaten bir karşılık beklemeden esas öz doğanız gereği,içinizden geldiği için böyle davranıyorunuz. O halde, bu soruyu soran egonuz olabilir. Bir diğeri ise, kişiler arasında gerçekten sevgiye dayalı bir iletişim varsa-iş, dostluk,aşk- zaten karşıdaki insana parfüm misali olumlu duygularınız bulaşır. Ama olmuyor mu, kabuklar öyle bir yerleşmiş veya ego öyle güçlü ki karşınızdaki sizi adeta kullanır gibi mi davranıyor, çözüm basit: Yol verin gitsin...Ya da gitmiyorsa da siz kaale almayın uğraşmayın. Çünkü mana ilmine göre siz her ruhsal seviye atladığınızda, önceki seviyenizde kalanlar ya sizden etkilenip ıslah olacak veya sular altında kalıp yaşamınızdan çıkacaklar. Bu açıdan, üzülmeniz gerekmez. Demek ki, vermenin hazzını paylaşabileceğiniz ve zamanınızı faydalı bir şekilde geçirebileceğiniz daha başka insanlar ya da iş kurumları var. Yeter ki siz isteyin...


BURCU AŞÇI

9.3.2010

6 Mart 2010 Cumartesi

Kelam Damlası: İHSAN VE LÜTUF


Her zaman duymuşuzdur bu iki kelimeyi, ama en çok da ikincisi olan lütuf, yaşantımızda pek çok kez karşımıza çıkmıştır.

Özellikle dinsel seviyelere bakarsak, lütuf çok fazla hayatımızda yer almaktadır çünkü Tanrı insanlara "lütfeder". Mi acaba? Yoksa lütuf zannedilenin aksine, egodan yansıyan bir mana olmasın?


Lütfetmek, karşınızdaki insana bir karşılık beklemeden vermek demektir. İhsan da aynı şekilde beklentisiz olarak vermeyi anlatır. Ancak, bu iki kelimenin derinliklerine indiğimizde aralarında ufak gibi gözüken fakat manaca büyük bir fark bulunmaktadır.


Şöyle bir örnek vereyim: Evde çok sevdiğiniz bir köpeğiniz var. Her akşam ona yemeğini hazırlayıp veriyorsunuz. Bunun bir karşılığı var mıdır? Elbette ki hayır. Köpeğinizden hiç bir karşılık beklemeden onun için yemek hazırlar, onu yıkar ve gezdirirsiniz. Ve onun sevinçle kuyruğunu sallaması, sizinle oyun oynaması veya huzurlu bir şekilde kıvrılıp uyuması sizi mutlu eder. Köpeğinizin size verdiği bir şey olmamasına rağmen, ona sevgi ile yaklaşır ve elinizdekini verirsiniz. İşte bu "ihsan"dır. Ve dikkat edin, ihsanın içerisinde "sevgi" de barınır. Mana ilmine göre de Tanrı "ihsan eder". Yani hiç bir karşılık beklemeden sevgi ile verir.


Lütfetmeye gelelim...Yine bir başka örnek vererek başlayalım.İş arkadaşınız var ve sizin çok sıkıştığınız bir anda, rica ediyorsunuz size yardım etmesi için. Önce elinizdeki kağıda bir bakıyor, sonra da saatine göz ucuyla bakış fırlattıktan sonra (muhtemelen işin ne kadar zaman alacağını kafasından hemen hesaplayıverdi) ve o an yapacak çok da önemli bir işi yoksa kağıdı alıp okuyor ve size beş dakikada kağıdı doldurup veriyor. Siz minnettar bir şekilde teşekkür ediyorsunuz, o da bunun için ne gerek var canım der gibisinden bir şeyler geveliyor. Arkadaşınız size lütfediyor, ihsan etmiyor. "Yani işte, vaktimde vardı o an, hem deneyimli olmanında getirdiği bir ego hazzı var, ayrıca yarın öbür gün işim düşerse o da bir şey yapar."


Zengin bir ağayı ele alın ya da padişahı...O denli zengin ki, yoldan geçen köylüyü yanına çağırıp "al bakalım sana bir kese altın" diyor. Lütfediyor...Çünkü lütfetmenin altında şu yatar: "Aslında senin pek bir önemin yok, hani belki hak etmiyorsun bile ama ben o kadar büyüğüm ki, bak sana veriyorum işte."


Tanrı lütfeder diye öğretti dinler...Peki bu bağlamda Tanrı bizim hakkımızda şunu mu düşünüyor: "Aslında siz hiç bir şeyi hak etmiyorsunuz, sizden çok yüceyim, istesem ilgilenmem bile ama boş anıma denk geldiniz, eh şu duayıda kabul edeyim bari, buyrun lütfettim."


İyi de sevgi dolu Tanrı imajına hiç de uygun düşmüyor bu söylenen...


O halde ilki daha manalı olmuyor mu? Tanrı, ihsan eder. Sevgisinden dolayı verir. Hiç bir üstünlük görmeden çünkü Yaratılan her şey zaten Yaratan'ın bir parçasıdır. Dolayısıyla, karşılık beklemeden, sevgi ile ihsan eder.


Peki, hiç düşündünüz mü, bizler yaşantımızda lütuf mu ediyoruz yoksa ihsan mı? Yoldaki bir dilenciye ihsan ettiğimizi sanmıyorum çünkü ben'imize kefaret yatırmak gibi bir dürtü var o anda. O halde lütfediyoruz. Ancak, sokaktaki bir yavru kedi için gidip süt alıp ona verince, onun da içişini görüp mutlu olunca ihsan ediyoruz.


Bu hafta, lütufkar davranışlarımızı biraz da ihsan etme ile değiştirmeyi deneyebiliriz.


Derleyen: Burcu A.


1 Mart 2010 Pazartesi

Yaşamın Kıyısından: EGONUZLA KONUŞUN


Yanlış duymadınız, esas düşman ile ya da dinlerin tabiri ile şeytan ile ama mana ilmindeki adı rakip olan ego ile konuşun...Oturup orta şekerli kahveyi yudumlayarak mı yaparsınız yoksa bir kadeh şarapla evde dinlenirken mi bilemem. Hatta en sıkıştığınız anlarda yolda yürürken bile beş dakikalığına bu konuşmayı yapabilirsiniz:)


Ben, bu yöntemi keşfedeli on gün kadar oldu. Her şey, bir akşam odamda düşüncelere dalmışken, baktım bir şeyler beni yine olumsuz fikirlere ve panik duygusuna doğru çekiyor, "of yeter ama biraz susar mısın?" diye kendime seslenmemle oldu. Sonrası iplik söküğü gibi geldi. "Susar mısın, şu an her şey iyi gidiyor ve bu seni rahatsız ediyor. Çünkü sen acı ile besleniyorsun. Ahlayıp vahlanmadan rahat edemiyorsun. Halbuki ben olmam gereken yerdeyim ve günlerdir huzurluyum. İnan bana sana şu an hiç kulak asamayacağım. Bak, bir anlaşma yapalım. Ben senin tedirginliklerinle, olumsuz fikirlerinle ve acımalarınla uğraşmayacağım ama istersen senin alma arzunu doyurmak için bu hafta gidip şöyle güzel bir dilim böğürtlenli pasta ısmarlayayım sana canım, ne dersin, bence iyi fikir."


Komik geliyor değil mi? Deli saçması gibi...Ama, inanın işe yarıyor. Bir bakıyorsunuz ki öfkeniz geçivermiş hatta bu diyoloğu yaparken öfkenizin altındaki esas nedeni bile keşfedivermişsiniz. Ya da yağmuru bir akşamüstünede elinizde çay ve sigaranız camdan dışarı bakarken, bir anda kendinize acıyasınız tutmuş, of çekmeye başlamışsınız. Aman diyeyim, hemen o anda konuşun egonuzla çünkü kendisi kendine acımayı çok sever. Onun en büyük besinlerinden biridir bu. Halbuki, biraz oturup düşünseniz, şöyle de diyebilirsiniz: "Ne güzel yağmuru izliyorum, mis gibi çayım var, başımın üstünde bir dam, elimin altında kitaplarım, tüm evrende her şey olması gerektiği gibi..." Bir anda ego susacak. Hele, benim gibi, senelerce ego ile ittifak halinde yaşamışsanız, ego tabiri caizse afallayacak. Belki biraz daha sizi tırmalayacak ama baktınız ki siz hakkaten kararlısınız, işte o vakit susup sizi rahat bırakacak. Elbette başka bir an, başka bir olayda tekrar gün yüzüne çıkıp size fısıldayacak. Ancak, siz bir kez onunla baş etmeyi öğrenirseniz, her defasında o susmakla yetinecek.


Bence, bu hafta ya da şu an deneyin bu alıştırmayı. Egonuzu duyar gibiyim: "Hadi be uçmuş bu kadın, saçmalıyor." Ama öbür yanınız da ufacık bir fısıltıyla bile olsa şunu diyor olabilir: "Ya, aslında doğru da olabilir."


O halde bu iki zıt tarafınızı yani özgecil beniniz ile egonuzu oturtun şöyle de biraz laflasınlar. Merak etmeyin, benliğiniz uysaldır ve Yaratan Işığı'nda olduğu için sonunda haklı çıkacaktır.


BURCU AŞÇI

01.03.2010